Peygamberler tarihi oku? E-kitap Peygamberler Tarihi PDF Diyanet!
İlk insanlar,bazı târihçilerin zannettiği gibi ilimsiz,fensiz,görgüsüz,çıplak ve vahşî kimseler değildi.Bugün Asya,Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında tunç devrindekilere benziyen vahşîler yaşadığı gibi,ilk insanlarda da bilgisiz basit yaşayanlar vardı.Bundan dolayı ne bugünkü,ne de ilk insanların hepsi için vahşîdir denilemez.Hazret-i Âdem ve ona inananlar şehirlerde yaşarlardı. Okuma-yazma bilirlerdi. Demircilik, dokumacılık, çiftçilik, ekmek yapmak gibi sanatları vardı. Altın üzerine para dahi basılmış,mâden ocakları işletilip, çeşitli aletler yapılmıştı.
Âdem aleyhisselâmın hiç sakalı yoktu. İlk sakalı çıkan Şit aleyhisselâmdır. Hazret-i Âdem çok güzeldi. Siyah saçlı ve buğday tenliydi. Onbir gün hasta yatıp, bir Cumâ günü vefât etti. Âdem aleyhisselâm vefât edince, Cebraîl aleyhisselâm bir gömlek giydirdi., Şit aleyhisselâma yıkamayı öğretti. Yıkayıp kefenlediler.
Hadîs-i
şerîfte
buyruldu ki:
“Âdem aleyhisselâm vefât edince,melekler üç defâ su ile yıkadılar.Onu defnettiler.” Sonra çocuklarına dönerek; “Ey âdemoğulları! Ölülerinize böyle yapınız dediler.” Şit aleyhisselâm imâm olup cenâze namazını kıldırdı. Âdem aleyhisselâmın kabri; Kudüs’te, Minâ’da, Mescid-i Hîf’te veyâ Arafât’tadır. Hayatını bildiren rivâyetler birbirinden farklıdır.
Hazret-i
Âdem, Allah’a ilk hamd ve ilk tövbe edendir. Seçilmişlerin
ilki, yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halîfesidir.Birçok mûcizeleri
vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Yırtıcı, vahşi hayvanlarla konuşurdu.
Susuz dağ ve taşlara elini vurunca,pınarlar fışkırır,temiz sular akardı.
Eline aldığı ufak taşlar,yüksek sesle Allahü teâlâyı zikrederdi.
Âdem aleyhisselâmın yaratılması,Cennet’te kalması,Cennet’ten
çıkarılarak yeryüzüne indirilmesi,Kur’ân-ı kerîmde çeşitli âyet-i
kerîmelerde bildirilmiştir.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Süleyman
aleyhisselâmın babasıdır. Sesi çok
güzeldi.
İsrâiloğullarına
gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdârdı.
Soy bakımından Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna dayanır.
Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs’te doğdu. Orada yaşadı ve
orada
vefât etti. Kendisine İbrâni dilinde Zebûr kitâbı verildi. Sesi çok
güzel ve tesirliydi. İsmi Kur’ân-ı kerim’de on altı yerde geçmektedir.
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İsrâiloğullarına birçok
peygamberler gönderdi. Bu peygamberler insanları Tevrât’ın hükümleriyle
amel etmeye dâvet ettiler. Fakat zaman geçtikçe azgınlaşan
İsrâiloğulları, Tevrât’ın hükümlerini değiştirdiler, peygamberlerini
dinlemediler, ahkâkları tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi
hükümdârı Câlût’u karşılarına belâ gönderdi. Câlût, İsrâiloğullarını
vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Tâlût isimli bir hükümdâr
gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût’un üzerine
yürüdü. Tâlût’un ordusunda bulunan Dâvûd aleyhisselâm, Câlût’u öldürdü.
Tâlût’un ölümünden sonra, Dâvûd aleyhisselâm İsrâiloğullarının
hükümdârı oldu. Bir müddet sonra Allahü teâlâ kendisine peygamberlik
vazifesi ve Zebûr adlı kitabı verdi. İnsanları Allahü teâlânın dinine
dâvet etti ve adâletle hükmetti. Filistin, Sûriye ve Arap Yarımadasının
birkısmını fethederek memleketi genişletti. Kudüs’ü başkent yaptı.
Ayrıca Amman, Haleb, Nusaybin ve Ermenistan’ı da fethetti. Mescid-i
Aksâ adıyla Kur’ân-ı kerimde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını
başlattı. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleymân
aleyhisselâma vasiyet ederek, yüz yaşında vefât etti. Kabrinin Kudüs
sûru dışında olduğu rivâyet edilir.
Dâvûd aleyhisselâmın çok güzel ve
tesirli sesi vardı. Kendisine İbrâni dilinde Zebûr kitabı geldi. Bu
kitap, manzum şekilde olup, eski manzum kitapların en meşhurudur.
Zebûr, meşhur dört ilâhi kitapdan biri olup, Tevrât’tan sonra
gönderilmiştir. Vâz ve nasihat şeklinde olup, Tevrât’ı kuvvetlendirdi.
Onu açıklayıp onunla amel etmeye çağırdığından,Tevrât’ın hükümlerini
yürürlükten kaldırmadı. Dâvûd aleyhisselâm, hazret-i Mûsâ’nın getirdiği
dini kuvvetlendirdiğinden resûl olmayıp, Beni İsrâil’e gönderilen
nebilerden biridir. Dâvûd aleyhisselâm çok ağlar, çok ibâdet ederdi.
Gündüzü oruçla, geceyi namaz kılarak ibâdetle geçirirdi.
Gecenin
ancak
üçte bir kısmında uyurdu. Bir gün oruç tutar, öbür gün tutmazdı. Allahü
teâlâ mûcize olarak dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti.
Yanık sesiyle Zebûr’u okumaya başlayınca, kuşlar havadan ağaçlara iner,
hep birlikte, okunan Zebûr’u tekrar ederlerdi. Allahü teâlâ Dâvûd
aleyhisselâma demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli
verebilme mûcizesi verebilmişti. Demirden zırh yapar, elinin emeğiyle
geçinir, devlet hazinesinden birşey almazdı. Yırtıcı hayvanlar,
hazret-i Dâvûd’un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet
ederlerdi. Kur’ân-ı kerimde Bakara, Nisâ, Mâide, En’âm, İsrâ, Enbiyâ ve
Sâd sûrelerinin birçok âyet-i kerimelerinde Dâvûd aleyhisselâmdan
bahsedilmektedir.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Elyesa aleyhisselâm, İsrâiloğullarının ıslâhı için uğraştı, tebliğ vazifesi yaptı. Azgınlık ve taşkınlıklarını günden güne arttıran bu kavim, Allahü teâlânın kendilerine gönderdiği kitâbın gösterdiği yoldan ayrıldı. Kabileler, devletin başına geçmek yarışına girdi. Aralarındaki ayrılık ve başka memleket meseleleri yüzünden birbirilerine düştüler. İsrâiloğulları arasındaki fitnenin kavga ve çekişmelerin sonu gelmez oldu. Nihâyet Allahü teâla üzerlerine Asûr devletini musallat kıldı. Esir olup zelil ve perişan bir hayat sürmeye başladılar. Bu hâdiselerin vukû bulduğu sıralarda, Yûnus aleyhisselâm, Asûrluların başşehrş olan Ninova’da dünyâya gelmişti
Elyesa aleyhisselâmdan Kur’ân-ı kerimde bahsedilmiş olup meâlen; ”(Yâ Muhammed!) İsmâil’i, Elyesa’ı, Zülkifl’i de hâtırla. (Kavmine anlat) Bunlar hayırlılardan idiler.” (Enbiyâ sûresi:85) buyrulmaktadır.
MÛCİZELERİ:
1-Eriha
şehri ahâlisinin içme suları acılaşmıştı. Bu durumu Elyesa
aleyhisselâma bildirip, kendilerine yardımcı olmasını istemişlerdi.
Bunun üzerine. Elyesa aleyhisselâm acılaşan suyun içine bir parça tuz
atıp, ”Tatlı ol!” deyince, Allahü teâlânın üzniyle su tatlı ve
lezzetli olmuştur.
2-Borçlu
ve dul bir kadın, Elyesa aleyhisselâma gelip, fakirliğinden şikâyetçi
olmuştu. ”Evinde neyin var?” deyince, kadın; ”Bir kaşık kadar yağım
var.” dedi. Elyesa aleyhisselâm, kadına; ”Git, o yağı bir kab içine
koy.” buyurdu. Kadında gidip yağı bir kabın içine koydu. Elyesa
aleyhisselâmın mûcizesiyle o yağ o kadar arttı ki, pekçok kap yağ ile
doldu. Fakir kadın bundan borçlarını ödediği gibi, zengin de oldu.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Eyyûb aleyhisselâmın çok mal ve serveti ile oğlu vardı. Sürü sürü hayvanları,bağları ve bahçeleri bulunuyordu. Şam civarında Beseniyye mevkiindeki çiftliklerinde binlerce insan çalışırdı. Fakat servetinin çokluğu onu Allah yolundan alıkoymadı. Eyyûb aleyhisselâm Şam civarında yaşayan insanlara peygamber olarak gönderildi.Onları Allahü teâlâya îmân ve ibadet etmeye çağırdı.Bu uğurda pek çok zahmet çekti.Sonra malı,evladı ve bedeni ile imtihan edildi.Eyyûb aleyhisselâm çok büyük sıkıntılara göğüs gerdi. Sabrı, kullukta kusur etmeyip şikâyette bulunmayışı ve başka güzel vasıfları ile ibadet ehline ve akıl sahiplerine örnek oldu.
Allahü teâlâ hazret-i Eyyûb’u imtihan etmeyi murâd etti.Onun malarını çeşitli vesilelerle elinden aldı. Koyunları sel, ekinleri ise rüzgar ile telef oldu. Şeytan çoban suretinde ağlayarak Eyyûb aleyhisselâmın yanına geldi. O sırada insanlara vaaz nasihatte bulunan Eyyûb aleyhisselâma mallarının ve servetinin telef olduğunu söyledi.Hezret-i Eyyûb bu heber kerşısında hiç şikayette bulunmayarak Allahü teâlâya hamd ve şükürde bulundu ve “Üzülme! Omalı mülkü bana Rabbim vermişti. Şimdi de aldı. Çünkü sahibi O’dur.” dedi.Bu sözleri ve hareketi karşısında şeytan perişan olup, geri gitti.
Sonra Allahü teâlâ Eyyûb aleyhisselâmın, hocaları ile ders okuyan çocuklarının da zelzeleyle ruhlarını aldı.Bu defa hoca şekline giren şeytan feryâd ve figân ederek Eyyûb aleyhisselâmın yanına geldi;”Ey Eyyûb!Allahü teâlâ evini zelzele ile yıktı.Çocukların öldü.Her biri parça parça oldular.” dedi.Çocuklarına olan şefkatından dolayı gözlerinden yaşlar gelen Eyyûb aleyhisselâm sabır ve tevekkül ederek,Allahü teâlâya teslimiyetini bildirdi.Şeytana da:”Ey mel’ûn!Sen İblissin. Beni Rabbime isyana teşvik etmek istiyorsun.Şunu bil ki,evladım bir emanet idi.Rabbime niçin inciniyim.Rabbime hamd ederim.” buyurdu.Bundan sonra Allahü teâlâ Eyyûb aleyhisselâmın vücuduna hastalık verdi. Hazret-i Eyyûb’un hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi.Akrabaları,komşuları ve başkaları yanına uğramaz oldu.Yalnız hanımı Rahîme Hatûn onu terk etmedi.Ona hizmetine devam edip,ihtiyaç için neyi varsa sarf etti. Hazret-i Eyyûb bu halinde de şikâyet ve feryâdda bulunmayıp, hamd etti ve sabır gösterdi. Bu defa şeytan Eyyûb aleyhisselâmın bulunduğu şehir halkına vesvese vererek;” Onun hastalığı size geçer,onu şehrinizden çıkarın.” dedi. Şehir halkı Eyyûb aleyhisselâmı ve hanımı Rahîme’yi şehirden dışarı çıkardılar. Rahîme Hâtun şehrin dışında bir yerde hazret-i Eyyûb’a hizmete devam etti.Hazret-i Eyyûb,yedi yıl dert ve bela içinde kaldı. Hâlinden hiç şikâyet etmedi. Şeytan, bu defa insan suretinde Rahîme Hâtunun karşısına çıkıp onu Eyyûb aleyhisselâmın hizmetinden alıkoymaya çalıştı. Ona;” Kendine yazık ediyorsun. Hastalığı sana geçer.” dedi. Rahîme Hâtun ise,şeytana;” Onun üzerimdeki hakkı çoktur, ödeyemem. Nîmet ve rahat vaktinde onunla yaşadım. Bu hastalık hâlinde onu bırakamam.” dedi. Dönüşte, onları hazret-i Eyyûb’a anlattı. Eyyûb aleyhisselâm da onun iblîs yani şeytan olduğunu ve onun vesvesesinden sakınmasını söyledi. Şeytan daha sonra da Rahîme Hâtunun karşısına çıkarak,vesvese vermeye çalıştıysa da aldırış etmedi.
Hazret-i Eyyûb’un hastalığı gittikçe şiddetlendi .Onun bu hâli beden, kalp ve lisanıyla yaptığı kulluk ve peygamberlik vazifelerini iyice zorlaştırdı. O zaman Allahü teâlâya duâ ve niyazda bulundu:” Bana gerçekten hastalık isabet etti. Sen merhamet edenlerin en merhametlisisin.” dedi. Allahü teâlâ onun duâ ve niyâzını kabûl etti. Birgün Eyyûb aleyhisselâmın hanımı Rahîme Hâtun yiyecek aramaya çıkmıştı. İkindi vakti Allahü teâlânın lütuf ve müjdesi ulaştı. Cebrâil aleyhisselâm gelerek Allahü teâlâdan; Ey Eyyûb!Belâ verdim sabrettin. Şimdi ben sihhat ve nîmet vereceğim.” haberini getirdi. Allahü teâlâ;” (Ey Eyyûb!) Ayağını yere vur. Çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç.” (Sâd sûresi:42) buyurdu. Bu emr-i ilâhî üzerine Eyyûb aleyhisselâm ayağını yere vurdu. Biri sıcak, biri soğuk, iki pınar fışkırdı. Sıcak sudan gusl edince bedenindeki, soğuk sudan içince içindeki hastalıklardan kurtuldu ve sıhhate kavuştu. Kuvveti geri geldi. Taze bir genç oldu. Elinden alınmış olan mallarını Allahü teâlâ geri iâde etti. Çok sayıda evlâd ihsân etti veya bir rivâyette ölmüş olan oğullarını diriltti. Yüz çeviren dostları kendisine muhabbetle yöneldiler.
Eyyûb aleyhisselâmın hastalığı afiyet haline dönüşünce,o gece seher vaktinde bir âh eyledi. Sebebini sorduklarında;” Her gece seher vaktinde “Ey bizim hastamız nasılsın?” diye ses duyardım. Şimdi o vakit geldi; “Ey sihhatli kulumuz nasılsın?” sesini duyamadım. Onun için ağlıyorum.” buyurdu.
Eyyûb aleyhisselâm ömrünün sonunda en olgun evladı olan Havmel’i vâsi tâyin etti.Tehiz ve tekfin işlerini ona ısmarladı. Yüzkırk sene ömür sürdükten sonra vefât etti.Bişr isimli bir oğlunun peygamberliğinde ihtilâf olunmuştur.Onun yaşıyla ilgili başka rivâyetler de vardır.Hazret-i Eyyûb’un kabri Şam’da Beseniyye denilen yerdedir.
Mucizeleri:
Eyyûb aleyhisselâm Allahü teâlânın emirlerini tebliğ ederken biçok mûcizeler gösterdi.Bunlardan bazıları şöyledir.
1.Eyyûb aleyhisselâmın duâsı bereketi ile koyunların yünleri ibrişim olurdu.
2.Eyyûb aleyhisselâm kavminin hâkimini îmâna dâvet ettiği vakit o da;” Evimdeki direklerin kalkarak havada durmasını senden mûcize olarak isterim.” demişti.Hazret-i Eyyûb duâ etti.Nihayet evin direkleri düştü ve ev havada kaldı.Hâkim bu mûcizeyi gördüğü hâlde îmân etmedi.
3. Eyyûb aleyhisselâmın duâsıyla çöldeki seraplar ve dumanlar su olurdu.
Eyyûb aleyhisselâm güzel huylu,cömerd ve çok merhametliydi.Fakirlere,misafirlere,yetimlere çok yerdım ederdi.Bedenine,malına ve evlâdına gelen musibetlere sabredip ilahî takdire rızâ gösterirdi.Bundan dolayı insanlık tarihinde, “Eyyûb aleyhisselâmınsabrı gibi” darbımeseliyle anıldı.Allahü teâlâ onu bu güzel vasıfları sebebiyle Kur’ân-ı kerîmde şöyle mehd ü senâ buyurdu:” Biz onu (belâlara) hakikaten sabırlı bulduk.O ne güzel kuldu.Şüphe yok ki o tamamen Allah’a dönen (bir zât) idi.” (Sâd sûresi:44) Eyyûb aleyhisselâmla ilgili olarak Kur’ân-ı kerîmin En’âm,Nısâ,Sâd ve Enbiyâ sûrelerinde bilgi verilmiştir.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Mûsâ aleyhisselâm, kavmiyle berâber Tih sahrasındayken Allahü teâlâdan gelen vahiyle Tevrât-ı şerif’i almak üzere Tûr Dağına gittiği sırada Hârûn aleyhisselâmı yerine vekil bıraktı. Mûsâ aleyhisselâm Tûr Dağındayken, İsrâiloğulları Hârûn aleyhisselâmı dinlemeyşp Sâmiri adında bir münâfığın hilelerine kapılarak, yaptıkları altın buzağı heykeline taptılar. Hârûn aleyhisselâm kavminin bu câhilce ve azgınca hareketi karşısında onlara nasihatlerde bulundu. Onları bu inanış ve hareketlerinden uzaklaştırmaya çalıştı. Onun nasihat ve uyarılarını bir kısmı kabul ettiyse de bir kısmı kabul etmedi. Hârûn aleyhisselâmı tehdit ettiler. Hârûn aleyhisselâm, kendisine tâbi olan 12.000 kişiyle birlikte onların içinden ayrılmak veya onlarla sert bir şekilde mücâdele etmek istedi. Fakat Mûsâ aleyhisselâmın, ”İsrâiloğullarını parçaladın, birbirinden ayırdın!” diyeceğini düşünerek, bu işten vazgeçti. Mûsâ aleyhisselâmın Tûr’dan dönmesini bekledi.
Mûsâ
aleyhisselâm, Tûr Dağından dönüşünde kavminin altın buzağı heykeline
taptığını görünce çok üzüldü. Bu hâlin sebebini Hârûn aleyhisselâma
sordu. Hârûn aleyhisselâm da İsrâiloğullarının kendisini
dinlemediklerini ve kendisini ölümle tehdit ettiklerini, Sâmiri adında
bir münâfığa uyarak bu yola saptıklarını bildirdi. Mûsâ aleyhisselâm
Sâmiri’ye bedduâ etti ve İsrâiloğullarının tövbe etmelerini bildirdi.
İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmın dediklerini kabul ettiler ve tövbe
ettiler. Bu mücâdeleler sırasında Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ
aleyhisselâmla birlikte gayret etti. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma
kavmini toplayıp, Arz-ı Mev’ût denilen bölgeye (Filistin ve Şam
bölgesi) götürmesini ve puta tapan Amâlika kavmiyle harp etmesini
emretti. İsrâiloğulları, o beldelerde zâlim ve kuvvetli hükümdârların
bulunduğunu ileri sürerek harbe gitmediler. Allahü teâlâ bu isyânları
sebebiyle İsrâiloğullarına kırk yıl müddetle Arz-ı Mev’ûd’a girmeyi
haram kıldı. İsrâiloğulları bu kırk sene içinde Tih sahrâsında şaşkın
ve perişan şekilde dolaştılar. Bu sırada Hârûn aleyhisselâm da Mûsâ
aleyhisselâmla birlikte İsrâiloğullarının sıkıntılarına sabretti.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Hızır aleyhisselâm, Allahü teâlânın sevgili kullarındandı. Doğdu, büyüdü ve vefât etti. Ancak Allahü teâlâ onun rûhuna insan şeklinde görünmek ve kıyâmete kadar yardım isteyen Müslümanların imdâdına yetişmek, yardım etmek, konuşmak, ilim öğrenmek ve öğretmek özellikleri verdi. Bâzı âlimler ”nebi” (peygamber), bâzı âlimler de”veli” dir dediler. Hızır aleyhisselâmda, yaşayan insanlarda görülen hâller bulunduğu için yaşıyor zannedilmektedir.
Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sahibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allahü teâlânın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bildirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünni ilme sâhipti. Hızır aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâm ile buluşması, görüşmesi ve yolculuk yapması Kur’ân-ı kerim’de Kehf sûresi 60 ve 80. âyetlerinde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.
Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâm ile Tebük Harbindeyken ikindi namazını kıldıktan sonra iki beyit işittiler. Fakat şiiri söyleyeni göremediler. Resûlullah efendimiz; ”Bu iki beytin söyleyicisi kardeşim Hızır’dır. Sizi övüyor.” buyurdu. Hızır aleyhisselâm bir çok zâtın tasavvufta yetişmesinde rehberlik etmiş, feyz vermiştir. Hızır aleyhisselâmın tasavvufta yetiştirdiği en meşhûr âlim ve velilerden biri Abdülhâlık Goncdüvâni hazretleridir.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Yemen’de bulunan Âd kavmine gönderilen peygamber. Nûh aleyhisselâmın oğlu Sâm’ın neslindendirç Bir ismi de Âbir olup, lakabı Nebiyyullahtır. Kur’ân-ı kerimde ismi bildirilen peygamberlerdendir. Yemen’de Aden ile Umman arasında bulunan Ahkâf diyârında doğup yetişti. Çocukluğundan itibaren Allahü teâlâya ibâdet etmekle meşgul oldu. Ara sıra ticâretle de uğraşan hûd aleyhisselâm, gayet şefkâtli ve çok cömertti. Nûh tûfânında sonra torunlarından biri olan Âd, Yemen’de Hadramut civârında Ahkâf denilen yerde yerleşti. Âd’ın neslinden gelen insanlar çoğalarak büyük bir kavim oldular. Bunlara Âd kavmi denildi. Bulunduları belde bereketli bir yerdi. Bağlar, bahçeler her tarafı sarmış ve İrem bağları diye meşhur olmuştu. Oğulları, malları, davarları ve muhteşem sarayları vardı. Güçleri, kuvvetleri, boyları ve cüsseleri ile meşhur olan bu insanlar, servetlerinin ve maddi güçlerinin çokluğuna bakarak azdılarve doğru yoldan, dinlerinden ayrıldılar. Yeryüzünde büyüklük tasladılar. Allahü teâlâyı unuttular ve çeşitli putlara tapmaya başladılar. Ellerindeki maddi imkânlarla etrâfa dehşet salıyorlar, fakirleri ve diğer kabileleri zulümleri altınta inletiyorlardı. Onları köle gibi çalıştırıyorlar, çeşitli işkencelerle öldürüyorlardı. Allahü teâlâ, Âd kavmine doğru yola kavuşturmak için Hûd aleyhisselâmı onlara peygamber gönderdi. bu hususta Kur’ân-ı kerimde meâlen buyruldu ki:
”Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra o’na tövbe edin ki, gökten üzerinize bol bol bereket (ekinleri yetiştirecek yağmur) indirsin ve kuvvetinize kuvvet katarak sizi çoğaltsın. Günahlarınıza ısrar ederek imândan yüz çevirmeyin.” (Hûd sûresi: 52) Hûd aleyhisselâmın bu son dâveti de onların aklını başlarına getirmeye yetmedi. Hûd aleyhisselâma işkenceye ve onu öldürmeye kalkıştılar. Artık onlara azâbın gelmekte olduğu Hûd aleyhisselâma bildirildi. Bir sabah Hûd aleyhisselâm imân edenleri biraraya topladı. Gün ağarırken ufukta siyah bir bulut belirdi. Bunu gören Âd kavmi, işte bize yağmur geliyor, dediler. Hûd aleyhisselâm ”Hayır, o can yakıcı azâb veren bir rüzgârdır. Her şeyi yok eder.” dedi. Rüzgâr korkunç bir ses çıkararak vâdiyi kapladı. Son derece hızlı ve soğuk olup, her şeyi saman çöpü gibi savuruyordu. Fussilet sûresi 16. âyet-i kerimesinde, bu rüzgâr ”sarsar” (kavurucu rüzgâr); azâb günleride ”eyyâm-ı nahisât” olarak geçmektedir. Âd kavmi kasırgadan kurtulmak için tutundukları ağaç ve taşlarla birlikte havaya fırlayarak paramparça oldular. Hepsi ölüp yere serildiler. Daha sonra rüzgâr bunları sürükleyip denize attı. Mal ve mülklerinden hiçbir eser kalmadı, helâk olup gittiler. Âd kavminin helâk oluşu Kur’ân-ı kerimde meâlen şöyle bildirilmektedir:
”Nihâyet
Hûd’u ve berâberindeki imân edenleri, rahmetimizle kurtardık ve
âyetlerimizi tekzib ederek, yalanlayarak imân etmemiş olanların kökünü
kestik.” (A’râf sûresi: 72) Hûd aleyhisselâm ve ona imân edenler bu
şiddetli kasırgada Allahü teâlâ tarafından muhâfaza edildiler.
Kâfirleri helâk eden şiddetli fırtına, onlara serinletici ve
rahatlatıcı hafif bir rüzgâr gibi esiyordu. Hûd aleyhisselâm, Âd kavmi
helâk olduktan sonra, kendine inananlarla birlikte Mekke-i mükerremeye
gitti. Kâbe-i muazzamanın bulunduğu yerde ibâdet ve taatla meşgul oldu
ve orada vefât etti. Kabrinin Harem-i şerif (Kâbe-i muazzamanın
etrâfındaki mescit) te Hicr denilen yerde bulunduğu rivâyet
edilmektedir.
İbrâhim aleyhisselâma annesi Emîle veya Ûşâ hâmileyken, babası Târûh vefât etti. Annesi,amcası olan Âzer ile evlendi.
Âzer üvey babası ve amcası olup putperestti. Geçimini put yapıp satarak temin ederdi.
Tefsir
âlimleri,En’âm sûresinin Âzer’in ismi geçen 14.âyetini tefsir
ederken, Âzer’in hazret-i İbrâhim’in amcası ve üvey babası olduğunu
açıkça belirtmişlerdir. Zîrâ,Peygamberimizin baba ve dedeleri Âdem
aleyhisselâmdan beri hep mümindi. Kur’ân-ı kerîm’de meâlen;” Sen,yani
senin nûrun,hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.”
(Şu’arâ
sûresi:219) buyrulmaktadır. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyet-i kerîmeyi
tefsir ederken, Peygamberimizin bütün ana ve babalarının, mümin
olduğunu
anlamışlardır. Abdullah ibni Abbâs’ın bildirdiği hadîs-i şerîfte de:
“Benim dedelerimin hiçbiri zinâ yapmadı. Allahü teâlâ,beni temiz
babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimin iki oğlu olsaydı,ben
bunların en hayırlısında,en iyisinde bulunurdum.”buyuruldu.
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden anlaşıldığı ve
binlerce İslâm
kitâbında yazıldığı üzere Peygamber efendimizin anaları ve babaları
arasında bulunmakla şereflenen bahtiyarların hepsi, zamanlarının ve
memleketlerinin en asîl, en şerefli,en güzel ve en temiz
kimseleriydi. Hepsi de aziz ve muhteremdiler. İbrâhim aleyhisselâmın
babası Târûh da böylece mümin,yani inanmıştı. Kötü ahlâktan,âdî ve
çirkin sıfatlardan uzaktı.
Nûh aleyhisselâmdan çok sonra Bâbil’de hüküm süren, yıldızlara ve
putlara tapan Keldâni kavminin o devirdeki kralı olan Nemrûd, insanları
kendine ve putlara taptırıyordu. Bir gece gördüğü
rüyâyı, mineccimler;”Doğacak bir erkek çocuğun yeni bir din getireceği
ve onun saltanatını yıkacağı.” şeklinde tâbir edince, Nemrûd yeni doğan
erkek çocukların öldürülmelerini ve hâmile kadınların hapsedilmelerini
emretti. O sırada hazret-i İbrâhim’e hâmile olan annesi, amcası Âzer’le
evliydi. Görünüşte hâmileliği belli olmadığı için fark
edemediler, kocasına da;
“Çocuk doğunca oğlan olursa, kendi elinle
Nemrûd’a teslim eder mükâfât alırsın” dedi.
Annesi zamanı gelince de
şehir dışında bir mağarada doğum yaptı ve Âzer’e çocuğun doğup öldüğünü
söyledi. Oğlunu mağarada gizledi ve orada büyüttü. Yanına gittiğinde
onu
parmağını emerken bulur ve doymuş görürdü. Parmaklarından süt ve bal
gelirdi. Allahü teâlâ Cebrâil aleyhisselâmı göndererek bu gıdâları
Cennet’ten parmaklarına akıtırdı.
İbrâhim aleyhisselâm büyüyüp, mağaradan çıkınca, güneşe, aya,
yıldızlara ve
kâinâta bakarak bunları yaratanın eşi ve benzeri olmayan bir
yaratıcının olduğunu anladı. Keldâni kavmine gelerek, taptıkları
putların
ve yıldızların ilâh olmadığını, anlayabilecekleri açık delillerle
anlattı. Bâbil halkı çocuk yaşta olan ve putlarına karşı çıkan hazret-i
İbrâhim’i üvey babası Âzer’e şikâyet ettiler. Âzer,İbrâhim
aleyhisselâmı
azarlayarak bu işten vazgeçmesini istediyse de İbrâhim aleyhisselâm
onun sözlerine hiç aldırmayıp;
“Benden delil
isteyin göstereyim.Bana
hidâyet veren,doğru yolu gösteren Allahü teâlâ beni sizden ayırdı.
Sizin
içinde bulunduğunuz sapıklığa düşürmedi. Sizi ve putlarınızı
sevmiyorum.” dedi.
Putlara tapmanın
mânâsız olduğunu Âzer’e de
söyledi. Âzer hiddetlenip İbrâhim aleyhisselâmın yanından uzaklaşmasını
istedi.
Genç yaştayken Keldânî kavmine peygamber olarak gönderilen ve kendisine
on sayfa kitap verilen İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın
emriyle büyük-küçük herkesi Allahü teâlâya îmân etmeye
çağırdı. İnsanlara topluca ve açık bir tebliğde bulunmayı, putların
mânâsız ve âcizliğini, onlara tapmanın sapıklık olduğunu gâyet açık bir
şekilde göstermek istedi. O zaman Keldânî kavmi, bir gün bayram yapmak
üzere bir yere toplandı. Onlar gittiği zaman İbrâhim aleyhisselâmın
üvey
babası ve puthânenin bekçisi olan Âzer onu da bayram yerine gitmeye
zorladı. İbrâhim aleyhisselâm hasta olduğunu söyleyerek gitmedi.
İnsanlar
bayram yerinde toplandıkları zaman, yetmiş kadar putun bulunduğu
puthâneye girdi. Getirdiği bir balta ile bütün putları kırıp parça
parça
etti. Sadece en iri putu kırmadı ve baltayı bunun boynuna asarak,oradan
uzaklaştı. Keldânî kavmi bayramdan dönünce, puthâneye girip, putların
kırılıp parça parça edildiğini görüp, şaşırdılar. Bunu kim yaptı,diye
bağırmaya başladılar. Bu işi, İbrâhim yapmıştır,diyerek onu yakalayıp
halkın önünde sorguladılar.
“Ey İbrâhim!
Putlarımızı sen mi
kırdın?” deyince,
İbrâhim aleyhisselâm, bu işi olsa olsa;
“Ben
varken bu küçük putlara niçin tapıyorlar!” diyen şu iri put
yapmıştır, demiştir. “Siz ona sorunuz.” deyince,
putperestler;
“Putlar
konuşmaz ki,sen bize ona sor diyorsun!” dediler.
Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm;
“O hâlde daha kendilerini kırılmaktan kurtaramayan,size hiçbir faydası olmayan bu putlara ilâh diyerek niçin tapıyorsunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Size ve bu taptığınız putlara yazıklar olsun!” dedi.
Putlarını İbrâhim
aleyhisselâmın kırdığını anlayan Keldânî
kavmi,onu hapsettiler. Durumu da ılâhlık iddiâsında bulunan kralları
Nemrûd’a bildirdiler.
Nemrûd, İbrâhim aleyhisselâmı yanına getirmelerini emretti. İbrâhim
aleyhisselâm Nemrûd’u Allahü teâlâya îmân etmeye dâvet etti.
Nemrûd,bunu
reddettiği gibi, İbrâhim aleyhisselâmın kendisine secde etmesini
istedi. Secde etmeyince,hapsettirdi ve ateşte yakılmasını
emretti. Günlerce yığılan odunlar ateşlendi. Şiddetinden yanına
yaklaşamadıkları ateşe hazret-i İbrâhim’i mancınıkla attılar. Ateşe
atılırken;”Hasbiyallah ve ni-mel vekil”,yani
“Bana Allah’ım yetişir.O
ne iyi vekildir,yardımcıdır.” dedi. Ateşe düşerken Cebrâil aleyhisselâm
gelip;
“Bir dileğin var mı?diye sorunca;
“Var,fakat sana değil, Rabbim beni görüyor,biliyor.” dedi.
İbrâhim aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle Bâbil’den Harrân’a (Urfa’nın güneyinde bir yer) hicret etti. Bu yolculukta kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâm, hanımı Sâre Hâtun ve diğer inananlar da bulundular. Harrân’da bir müddet kaldıktan sonra, Şam’a,oradan da Mısır’a gitmek üzere yola çıktı. Bu yolculuk esnâsında kardeşinin oğlu Lût aleyhisselâmın Sedûm bölgesi ahâlisinde peygamber olarak vazîfelendirildiği bildirildi. Lût aleyhisselâmın Sedûm’a hareketinden sonra, Mısır’a giden İbrâhim aleyhisselâm rivâyete göre bu sırada otuzsekiz yaşındaydı.
Mısır’a gittiği sırada Sinan bin Ulvan adlı zâlim bir Firavun vardı. İbrâhim aleyhisselâm ve hanımı hazret-i Sâre’nin Mısır’a geldiğini haber alan Firavun, zorbalık yaparak Sâre’yi almak istedi. Bu zâlim hükümdâr hazret-i Sâre’yi sarayına çağırttı. Ona musallat olmak isteyince nefesi kesilip elleri ve ayakları tutmaz hâle geldi. Bu hâline pişman olup,musallat olmaktan vaz geçti. Hazret-i Sâre’den, onun düştüğü fecî hâlden kurtulması için duâ etmesini istedi. Hazret-i Sâre,hükümdârı bu kadın öldürdü, diye suçlanmasından korktuğu için,duâ etti. Tekrar eski hâline dönen Firavun, Hacer adında bir câriyeyi hazret-i Sâre’ye hediye etti. Bu hâdiseden sonra İbrâhim aleyhisselâm hanımı Sâre ve hediye edilen Hacer Hâtunla birlikte Mısır’dan ayrılıp, Filistin’e gitti. Filistin topraklarında ıssız ve kupkuru bir yer olan Sebû’ya yerleşti. Bir müddet burada kaldı. Zamanla çok mala kavuştu. Yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları vâdileri ve ovaları doldurdu. Çok zengin oldu. Sebû denilen yere sonradan gelip yerleşen insanların İbrâhim aleyhisselâmı incitmeleri üzerine oradan ayrılıp, Şam tarafında Kıst adlı yere göçtü. Çok cömert olan İbrâhim aleyhisselâm insanlara çok ikrâmlarda bulunurdu.
İbrâhim aleyhisselâm,çocuğu olmadığı için hanımı hazret-i Sâre’nin isteği ve izniyle hazret-i Hacer’le evlendi. Bu evlilikten İsmâil aleyhisselâm doğdu. Muhammed aleyhisselâmın nûru hazret-i Hacer vâsıtasıyle İsmâil aleyhisselâma intikâl ettiği için, hazret-i Sâre’nin kalbinde hazret-i Hacer’e karşı gayret hâsıl oldu. İbrâhim aleyhisselâm,hazret-i Sâre’yi üzmemek için Allahü teâlânın emriyle hazret-i Hacer ve oğlu İsmâil’i (aleyhisselâm) yanına alarak, o zamanlar ıssız ve susuz bir yer olan Mekke’ye götürdü. Onları oraya bırakıp, Şam diyârına geri döndü. Hacer annemiz ve oğlu İsmâil aleyhisselâm oradayken, mübârek Zemzem suyu yerden fışkırarak çıktı.
İbrâhim
aleyhisselâm, daha önce bir oğlum olursa,
Allah yoluna kurban
edeceğim, diye adakta bulunmuştu. İbrâhim aleyhisselâm, hazret-i
Hacer ve
oğlu İsmâil aleyhisselâmı ziyâret için Mekke’ye geldiği sırada, üç gün
üst üste gördüğü bir rüyâ üzerine İsmâil aleyhisselâmı kurban etmek
istedi. Tam kurban etmek üzereyken, Allahü teâlâ İbrâhim aleyhisselâma
rüyâsında sadâkat (bağlılık) gösterdiğini bildirerek kurbanlık bir koç
ihsân etti. Böylece İsmâil aleyhisselâm, kurban edilmekten
kurtuldu. Allahü teâlâ, İbrâhim aleyhisselâma ihtiyar yaşında hazret-i
Sâre’den İshâk isimli oğlunu ihsân etti. İbrâhim aleyhisselâm bir kaç
defa hazret-i Hacer’i ve oğlu İsmâil aleyhisselâmı ziyâret etti.
Bir
defâsında oğlu İsmâil ile birlikte Beytullah’ı (Kâbe-i muazzamayı) inşâ
etti. Cennet yâkutlarından Hacer-ül-Esved adlı siyah taşı Cebrâil
aleyhisselâmın bildirmesiyle alarak,Kâbe-i muazzamanın duvarına
yerleştirdi. Kâbe duvarını örerken,şimdi Makâm-ı İbrâhim denilen taşın
üzerine bastı.Kâbe’yi yapıp bitirince, Allahü teâlânın Cebrâil
aleyhisselâm aracılığıyla bildirdiği gibi, İsmâil aleyhisselâm ve
Mekke’de yerleşmiş olan Cürhümlülerle birlikte hac ibâdetini yaptı.
İsmâil
aleyhisselâmla haccın rükünlerini yerine getirdikten
sonra,oğluna Kâbe’ye bakmasına ve onu koruması için tenbihte
bulundu. Şam’a gitmek istedi. Gitmeden önce Arafat’a çıkıp,İsmâil
aleyhisselâmın evlâdına duâ etti ve Şam’a döndü.Ertesi sene hac
mevsiminde hanımı hazret-i Sâre ve oğlu İshâk aleyhisselâmı da alarak
Mekke’ye geldi. Hac ibâdetini yaptıktan sonra,birlikte Şam’a döndüler.
İbrâhim aleyhisselâm,vefât etmeden önce oğlu hazret-i İsmâil’e şu
vasiyette bulundu: “Ey oğlum!Alnında parlayan bu nûr,son peygamber
Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bütün baba ve dedelerimizin vasiyeti,
bu
nûru iyi muhâfaza edip,ehline teslim etmektir. Bu mübârek nûru iyi
muhâfaza et.Nikâhlı, afîf ve temiz kadınlara teslim eyle.Evlâdına da
böyle vasiyette bulun.”dedi.Yüz yetmiş beş yaşında hazret-i Hacer ve
hazret-i Sâre’den sonra Kudüs’te vefât etti. Kudüs civârında Habrun
kasabasında bir mağaraya defnedildi. Bu kasaba, İbrâhim aleyhisselâmın
Halîl (Allahü teâlânın dostu) ismine izâfeten Halîlurrahmân ismiyle
meşhurdur. Hazret-i Lût,hazret-i İshâk ve hazret-i Yâkûb ile pekçok
peygamberin bu beldede bulunduğu rivâyet edilir.Müslüman hükümdârlar
oradaki mescitleri ve türbeleri kendi devirlerinde tâmir
ettirmişlerdir. Halîlurrahmân’daki mescit ve türbeleri ise son olarak
Osmanlı Sultânı İkinci Abdülhâmid Han tâmir ettirmiştir.
İbrâhim aleyhisselâm ülülazm peygamberlerin ikincisi
olup, Peygamber
efendimiz Muhammed aleyhisselâmdan sonra bütün peygamberlerden ve
resûllerden üstündür. İbrâhim aleyhisselâmdan sonra gelen bütün
peygamberler onun neslindendir.
Allahü teâlâ hazret-i İbrâhim’i ilâhî sırlara vâkıf kıldı ve onu,ateşe
atıldığında nefsiyle, oğlu hazret-i İsmâil’i Allah için kurban etmesini
bildirip evlâdı ile malı ile imtihân etti.Malı ile imtihân edilmesi
şöyle olmuştur: O kadar zengindi ki,sadece sığırları yarım milyon
olup, davarları,ovaları ve vâdileri dolduruyordu. Cebrâil aleyhisselâm
insan sûretinde gelip; “Ya İbrâhim,bu sürüler kimindir?”
deyince; “Allah’ındır fakat benim elimde emânettir. Allahü teâlâyı
tesbih
et,ismini an, onu zikret, bu sürülerin hepsi senin olsun.” diyerek
bütün
malını bağışladı. Cebrâil aleyhisselâm kendini tanıtınca,hazret-i
İbrâhim; “Ben Allah için bağışladığımı geri alamam.” diyerek bütün
malını satıp, Allah yolunda sarf etti.
Hazret-i İbrâhim kendisine nâzil olan (indirilen) emir ve yasakları
tamâmen halka bildirdi.Allah’tan başka şeylere tapmanın bâtıl
(geçersiz) olduğunu çok açık bir şekilde anlattı. Şirke (Allah’a ortak
koşma) yol açacak kapıların hepsini kapattı.
Çocukluğundan
ölümüne kadar hak din üzere olduğundan ve insanlara dîni
bildirdiğinden dolayı, onun milletine işâret için Kur’ân-ı kerîmde
“Hanîfen” (hak din üzere bulunanlar) diye zikredilmiştir. Hazret-i
İbrâhim’in husûsiyetleri Kur’ân-ı kerîmde Nahl sûresi 120,121,122.
âyetlerde bildirilmektedir. Misâfirperverliği ve cömertliği dillerde
dolaşırdı. Misâfir olmayınca yemek yemez, bir misâfir bulmak için
uzaklara giderdi. Bu vasfından dolayı ona Ebû’d-Düyûf (misâfirler
babası) adı verilmişti. Kıblesi Kâbe idi.Namaza durduğu zaman kalbinin
coşması,hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu.
İbrâhim
Aleyhisselâmın
Mûcizeleri
Cansız olan, parça parça edilmiş ve parçaları ayrı ayrı yerlere konmuş olan kuşlar (dört kuş), İbrâhim aleyhisselâmın çağırması üzere yeniden dirilmişlerdir.
İbrâhim aleyhisselâmın mûcizesi ile taşlar kömür gibi yanmıştır. Rivâyete göre İbrâhim aleyhisselâm Şam tarafına hicret ettiğinde çayırlık,çimenlik bir yerde konaklamıştı. Orada yakacak hiçbir şey bulamayan, buldukları az bir şeyle ihtiyaçlarını karşılayamayan ahâli, durumlarını İbrâhim aleyhisselâma anlattı. İbrâhim aleyhisselâm taşları toplattı ve kömür gibi yaktı. Bu mûcizeyi gören pekçok kimse îmân etti.
Bâzan yırtıcı ve yabânî hayvanlar İbrâhim aleyhisselâmla beraber giderler ve dile gelerek gâyet açık bir şekilde onunla konuşurlardı. Bir defâsında,hanımı hazret-i Hacer ve oğlu İsmâil’le görüşmek ve onları ziyâret etmek için Mekke’ye gitmişti.Şam’a geri dönüşünde birçok yabânî hayvan, İbrâhim aleyhisselâm ile berâber yürüyüp,onunla açıkça konuştular.
İbrâhim aleyhisselâmın bastığı taşın üzerinden ağaç bitip yeşermiştir.Bu istek dîne dâvet ettiği bir beldenin ahâlisinden gelmiş, duâsı üzerine mûcizeyi göstermiştir.
İbrâhim aleyhisselâmın oturduğu yerden güzel kokular yayılırdı. Ayrılsa bile,senelerce güzel kokusu oradan çıkmazdı. Hazret-i İsmâil de babasının evine gelip gittiğini,onun kokusundan anlamıştı.
İbrâhim aleyhisselâmın dîni,Hanîf dînidir.Yanlış ve sapık olan şeye hiç dalmadan doğruya yönelen mânâsınadır. İbrâhim aleyhisselâm,Kaldânî kavminin taptığı putlara aslâ tapmayıp,onları aşağılayıp,Allahü teâlâya ibâdet ettiği için, Hanîf denilmiştir Ayrıca,kendiside eğrilik bulunmayan dosdoğru olan din mânâsında da Hanîf dîni denilmiştir. Peygamber efendimize peygamberlik bildirilmeden önceki Arablardan birçok kimse Hanîf dînine mensuptu.
İbrâhim aleyhisselâma bildirilen Hanîf dîninin esaslarından bâzıları şunlardır: Kimse kimsenin günâhını yüklenmez.Kimse başkasının günâhından sorumlu olmaz. İnsanlar âhirette ancak ihlâsla işlediği sâlih amellerinin ve niyetlerinin faydasını görürler.Her insanın hayır ve şerden ibâret olan ameli kıyâmet gününde mizânında görülecektir.İnsana çalışmasının karşılığı tam olarak verilecektir.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
İdris aleyhisselâmın hikmetli sözlerinden bâzıları şunlardır:
”Akıllı kimsenin rütbesi yükseldikçe, tevâzûsu (alçak gönüllülüğü) artar.”
”Câhil, mertebesi yüksek olsa da, basiret ehlini hakir ve aşağı görür.”
”Dostlar arasındaki hakiki sevgi, içinde bir menfeat temin etme ve kendisinden bir zararı def etme düşüncesi olmayan sevgidir.”
”İnsanda bulunan en faziletli cevher, akıldır. Sâhibini pişman ettirmeyen en kıymetli şey sâlih ameldir.”
”İyi
hasletlerin en üstünü, kızgınlık hâlinde doğruluk, sıkıntı hâlinde
cömertlik cezâ vermeye gücü yettiği hâlde affetmektir.”
Kur’ân-ı
kerim’in Meryem, Enbiyâ sûrelerinde İdris aleyhisselâmla ilgili
haberler verilmiştir.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
İlyâs aleyhisselâm bu kıtlık yıllarında imânı gizlice halka anlatıyordu. Bütün evlerde kıtlık varken, inananların evlerine, İlyâs aleyhisselâmın bir mûcizesi olarak, bolluk ve bereket gelmişti.Herkes kokmuş leş yerken, bunların eviyiyecek doluydu. Baalbek hükümdârınınhazineleri doluydu. Fakat satın alacak yiyecek bulamıyorlardı. Nihâyet hatâlarını anladılar ve hazret-i İlyâs’ı bularak af dileyip imân ettiler. İlyâs aleyhisselâma, sen bize duâ et, dediler. Her ne söylerse ona tâbi olacaklarına söz verdiler. Hazret-i İlyâs, Allahü teâlâ ya duâ etti. Belâ ve musibetin kalkmasını diledi. Allahü teâlâ hazret-i İlyâs’ın duâsını kabul etti. O belde yeniden feyz ve berekete kavuştu. Bol bol yağmur yağdı. Her taraf yeşerdi. Memlekette büyük bir ferahlık meydana geldi. İsrâiloğulları sonra hazret-i İlyâs’a: ”Senin duân ile kurtulduk. Ancak ekebileceğimiz tohum yok. Duâ et de tohum elde edelim.” dediler. Hazret-i İlyâs duâ etti. Allahü teâlâ tuz ekmelerini bildirdi. Tarlalara tohum yerine buz ektiler. Mûcize olarak yerde nohut yetişti. İsrâiloğulları bu hâl üzere bir müddet hazret-i İlyâs’a tâbi oldular. Fakat hak yolda sebât etmeleri uzun sürmedi. Yine nankörlük edip, doğru yoldan ayrıldılar. Bu durum üzerine hazret-i İlyâs, Allahü teâlânın izni ile gitgide perişan oldular. Kur’ân-ı kerim’de Sâffât sûresinde bunların isyânları sebebiyle Cehennem’e gidecekleri bildirilmektedir.
Abdullah ibni Abbâs’tan
rivâyet
edildiğine göre; hazret-i İlyâs Baalbek’ten çıkınca, ilâhi emirleri
bildirmek üzere dolaşırken yolu bir köye düştü. bu köydeki insanlara
nasihat etti. Onları imâna dâvet etti. Köylüler onu severek köylerinde
bir müddet kalmasını istediler. O da kabul etti ve İsrâiloğullarından
ihtiyâr bir kadının evinde misâfir oldu. Bu kadının hasta bir oğlu
vardı. Hastalığına bir türlü şifâ bulamamıştı. İhtiyâr kadın oğlunun
durumunu hazret-i İlyâs’a anlatarak çocuğunun şifâ bulup bu dertten
kurtulması için Allahü teâlâya duâ etmesini istedi. Hazret-i İlyâs,
üzülme şifâ Allahü teâlâdandır, dedi. Abdest alıp iki rekât namaz
kıldı. Hasta çocuğz şifâ vermesi için Allahü teâlâya yalvardı. Allahü
teâlâ duâsını kabul etti. Hasta çocuk iyileşti. Bu çocuğun adı Elyesa
idi. Şifâ bulduktan sonra hazret-i İlyâs’a imân etti. Yanından
ayrılmadı. Ondan Tevrât’ı öğrendi. Hazret-i İlyâs’ın vefâtından sonra
da İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderildi. Kur’ân-ı
kerim’in Sâffât ve En’âm sûrelerinde İlyâs aleyhisselâmla ilgili
haberler vardır.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Şam ve Filistin ahâlisine gönderilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın ikinci oğludur. Annesi hazret-i Sâre’dir. Büyük kardeşi İsmâil aleyhisselâmdan kaç yaş küçük olduğu bilinmemektedir. İbrâhim aleyhisselâm, Nemrûd’un ateşinden kurtulduktan sonra, Bâbil’den Hicret ederek, kendisine inananlar ve hanımı Sâre Hâtun’la birlikte Mısır’a gitti. Oradan da Filistin ve Şam diyârına döndü. Sâre Hâtun’un gençliğinde çocuğu olmamıştı. İbrâhim aleyhisselâm oğlu İsmâil aleyhisselâmı ve annesi Hâcer Hâtun’u Mekke’ye bıraktıktan sonra, Şam diyârına döndü. Allahü teâlâ yaşlıyken Sâre Hâtun’a bir oğul ihsân edeceğini, Cebrâil aleyhisselâm vâsıtasıyla müjdeledi. Sâre Hâtun, bu müjdeye sevindiği için oğluna İshâk ismi verildi. İshâk İbrânce ”güler” mânâsına gelir.
Allahü teâlânın Lût kavmini azgınlıkları sebebiyle helâk ettiği sene doğdu. Şam diyârında büyüyünce, babası ve annesi ile Mekke’ye gitti. Kâbe-i muazzamayı ziyâret edip, ağabeyi İsmâil aleyhisselâmla görüştü. Üçü birlikte Filistin’e döndüler. Burada anne ve babasına hizmet etti. Her sene hac zamânında Mekke’ye gitti. Bir rivâyette babasının sağlığında, başka bir rivâyette ise vefâtından sonra Şam ve Filistin ahâlisine peygamber olarak gönderildi. İbrâhim aleyhisselâmın dininin hükümlerini yaymaya devâm etti. Kavmine nasihat edip, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi. Altmış yaşındayken, İys ve Yâkûb adında iki oğlu oldu. İys amcası İsmâil aleyhisselâmın kızıyla evlendi. Babasının duâsı bereketiyle soyu bereketli olup, kısa zamanda çoğaldı. İshâk aleyhisselâmın diğer oğlu Yâkûb aleyhisselâma da peygamberlik verildi. Oğul ve torunlarından peygamberler geldi. Bir adı da İsrâil olan Yâkûb aleyhisselâmın soyundan gelenlere sonradan ”İsrâiloğulları” denildi.
Ömrünün sonuna doğru gözlerinin görmesi zayıflayan İshâk aleyhisselâm, 120 sene veya daha fazla yaşadıktan sonra, Filistin’de vefât etti. Filistin’de Halilürrahmân denilen yerde baba ve annesinin de medfûn bulunduğu mağaraya defnedildi. Yüz ve şekil itibârıyla, ahlâk ve yaşayışta babası hazret-i İbrâhim’e çok benzeyen İshâk aleyhisselâm, Kur’ân-ı kerim’de ilim sâhibi olarak zikredildi.
Mûcizeleri:
1-
Hayvanlar açık bir lisanla peygamberliğine şehâdet ederlerdi.
2-
Duâ etmesi üzerine dağın harekete geçmesi: İshâk aleyhisselâm
Kudüs’te insanları Allahü teâlâya imâna dâvet edince, insanlar; ”Eğer
şu dağı harekete geçirirsen, imân ederiz.” dediler. İshâk aleyhisselâm
duâ edince dağ sallanmaya başladı. Kudüs halkı hep birlikte imân
ettiler.
3-İshâk
aleyhisselâm merkebine binip bir dağa çıkmak isteyince merkebin
ön ayakları kısalır, arka ayakları uzardı. Dağdan aşağı inerken de
tersi olurdu.
4-
İshâk aleyhisselâmın duâsı bereketiyle Allahü teâlâ ölmüş hayvanları
diriltirdi.
5-Şam
ahâlisinin arzusu üzerine yaptığı duâ neticesinde, eline sırtına
koyduğu bir koyun, hemen kuzulamış daha sonra ard arda dokuz defâ
yavrulamıştır.
Kur’ân-ı
kerimin Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ ve İbrâhim sûrelerinde İshâk
aleyhisselâmla ilgili haberler verilmiştir.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Mekke’nin
yakınında konaklayan Cürhüm kabilesi zemzem suyunu görünce hazret-i
Hacer’den izin alarak oraya yerleştiler ve böylece Mekke şehri kuruldu.
Bir müddet sonra hazret-i İbrâhim hanımını ve oğlunu ziyârete
geldiğinde onları bolluk ve bereket içinde buldu. Hazret-i İsmâil
konuşmaya başlayınca hazret-i İbrâhim üç gün üst üste gördüğü rüyâ
üzerine onu kurbân etmeye karar verdi. Zilhicce ayının 9 ve 10. gügü de
aynı rüyâyı görünce sahih olduğunu anladı. Bir bahâneyle annesinden
izin alarak kurban etmek için götürdü. Şeytan, insan sûretinde annesi
Hâcer’e hazret-i İsmâil’e ve hazret-i İbrâhim’e göründü ve onlara
vesvese vermeye çalıştı ise de dinlemediler. Hazret-i İsmâil, şeytanın
arkasından yedi tâne taş attı. Hazret-i İbrâhim, bugün Minâ denilen
yere gelince, oğluna rüyâsını ve Allah’ın emrinin kendisini kurbân
etmek olduğunu açıkladı. Hazret-i İsmâil’i tevekkülle hazırladı. Yere
yatırıp bıçağı boynuna çaldı ise de bıçak, Allah’ın emri ile kesmedi.
Taşa vurdu, taşı kesti. Nihâyet Cebrâil aleyhisselâm Cennetten bir koç
getirdi. Cebrâil aleyhisselâm makâmından ”Allahü ekber, Allahü ekber”
diyerek geldi.Hazret-i İbrâhim bu tekbiri işitince; ”La ilâhe
illallahü vallahü ekber” dedi. Hazret-i İsmâil de; ”Allahü ekber ve
lillâhil hamd.” diyerek tekbiri tamamladı. Hazret-i İbrâhim koçu
kurban etti. Onların bu hâli Kur’ân-ı kerimde anlatılmakta ve meâlen;
”Muhakkak ki bu açık bir imtihandı.” buyrulmaktadır. Hazret-i İbrâhim
kurban hâdisesinden sonra Sâre’nin yanına döndü. Hazret-i İsmâil
büyüyünce Cürhüm kabilesinden bir kızla evlendi. Annesi hazret-i Hâcer
de vefât etti ve Kâbe temelinin bitişiğine defnedildi. Hazret-i İbrâhim
yine ara sıra gelip gidiyordu. Allahü teâlâ Kâbe’nin yapılmasını
emredince baba oğul Kâbe’nin eski temelini bulup yeniden inşâ ettiler
ve şöyle duâ ettiler: ”Ey Rabbimiz bizden bu hayırlı işi kabul et.
Hakikaten sen duâmızı işitici, niyetimizi bilicisin.”
Hazret-i
İsmâil, babası hazret-i İbrâhim’in vefâtından sonra, Yemen’den gelip
Mekke’ye yerleşmiş olan Cürhüm kabilesine peygamber olarak gönderildi.
Kendisine başka kitap ve din verilmeyip, babası İbrâhim aleyhisselâmın
dinini insanlara tebliğ etti. İnsanları elli yıl imâna dâvet etti,
ancak pek az kimse imânla şereflendi. Filistin’e giderek hazret-i
İbrâhim’in kabrini ziyâret etti. Sonra Şam’a gidip kardeşi İshak
aleyhisselâm ile görüştü. Hazret-i İsmâil’in 12 oğlu ve pekçok torunu
oldu. Onun dini İslâmiyet gönderilinceye kadar doğru olarak devâm etti.
Muhammed aleyhisselâmın bütün dedeleri hazret-i İsmâil’in soyundan ve
onun dinindendi. Vefâtına yakın kardeşi İshâk’ı aleyhisselâm yanına
dâvet edip, kızını oğlu Iys’a nikâhladı ve bâzı vasiyetlerde bulundu.
Mekke’de 133 veya 137 yaşlarındayken vefât etti. Mescid’i Haramda
Kâbe-i muazzamanın kuzey duvarı önünde bulunan ve annesi Hâcer’in
kabrinin bulunduğu Hatim denilen yere defnedildi.
Mûcizeleri:
1-Dikenli
bir arâzide yaşayan müşriklerin teklifi üzerine duâ edip, dikenli
ağaçlarda çeşitli meyveler bitmiştir.
2-
Cürhümileri imâna dâvet ettiği zaman, onlar kısır koyundan süt
çıkarmasını istediler. O da elini koyunun sırtına koyarak; ”Beni
peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın ismi ile…” dediği anda
koyunun memelerinden süt akmaya başladı.
3-
İsmâil aleyhisselâmın duâsı bereketiyle koyunların yünleri ipek oldu
ve sayıları çoğaldı.
4-Kendisine
misâfir gelen iki yüz Yemenliye ikrâm edecek bir şey
bulamayınca mahcub oldu. O anda duâ etti ve yanındaki kumlar un oldu.
Bunu gören misâfirlerin hepsi imâna geldiler.
Kur’ân-ı
kerim’in, Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, En’âm, İbrâhim, Meryem, Enbiyâ ve
Sâd sûrelerinde İsmâil aleyhisselâmla ilgili haberler verilmiştir.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
İsrâiloğullarına Tevrât’ın emir ve yasaklarını tebliğ etti. İsrâiloğulları önce İşmoil aleyhisselâmı yalanladılar. Sonra itâat ettiler. İşmoil aleyhisselâm, İsrâiloğullarına Allahü teâlâ tarafından Tâlû’un hükümdar tâyin edildiğini bildirdi. İsrâiloğulları Tâlût’un hükümdarlığını kabul etmedi. Nihâyet çeşitli itirâzlardan sonra Tâlût’un hükümdarlığını kabul ettiler. İçerisinde Tevrât’ın bulunduğu Tâbût’u Amâlikalılardan alıp, İsrâiloğullarına getiren Tâlût, İsrâiloğullarından büyük bir ordu kurdu. Amâlikalılara karşı harbe hazırladı. İşmoil aleyhisselâm Amâlikalılara karşı harbe giderken bir nehirden su içip içmemekle imtihân edileceklerini bildirdi. Bahsedilen nehre gelince, Tâlût’un emrini dinlemeyip nehirden su içen İsrâiloğullarından bazıları imtihanı kaybedip perişan ve sefil hâlde geri döndü. Aralarında Dâvûd adlı bir gencin de bulunduğu Tâlût’a itâat eden az sayıda kimse nehri geçip Amâlika kavmine gâlip geldi. Amâlika kavmi hükümdarı Câlût’u, Dâvûd adlı genç öldürdü. Nihâyet İsrâiloğulları düşmanlarına gâlip gelip kuvvetlendiler.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Peygamber veya veli. Dâvud aleyhisselâmın zamânında, Arabistan’ın Umman tarafında yaşadı. Dâvud aleyhisselâmla görüşüp ondan ilim öğrendi. Dâvud aleyhisselâma peygamberlik bildirilmeden önce, müfti olan Lokman Hakim, Dâvud aleyhisselâma peygamberlik bildirildikten sonra fetvâ vermeyi bıraktı. Dâvud aleyhisselâma ümmet oldu. Kendisine hikmet verildi. Eyyûb aleyhisselâmın teyzesinin oğlu oldu daa rivâyet edilmektedir. Fransız bilginlerinin, Calinos’un (Galen’in) bir adı da Lokman Hakim idi demeleri yanlıştır. Çünkü Lokman Hakim, Dâvud aleyhisselâm zamânında; Calinos (Galen) ise, ondan bin yıl kadar sonra yaşamıştır. Lokman ismi Kur’ân-ı kerim’de geçmekte olup, bir sûreye (otuz birinci sûre) Lokman ismi verilmiştir.Bu sûrenin on ikinci âyetinde meâlen; ”Biz Lokman’a hikmet verdik.” buyrulmaktadır. Buradaki hikmet tâbirinin; akıl, anlayış, ilim, ilimle amel etmek ve doğru karar vermek demek olduğu tefsir kitablarında yazılıdır. Lokman Hakim tabiplerin piridir. Hikmetli sözleri ve oğluna verdiği nasihatler meşhurdur. Kur’ân-ı kerim’de Lokman sûresi 3. âyet-i kerimede meâlen; ”Bir vakit Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Yavrum! Allah’a ortak koşma, çünkü şirk çok büyük zulümdür.” buyrulmaktadır.
Lokman
Hakim’e sen bu hâle nasıl geldin dediklerinde; ”Doğru sözlü olmak,
emâneti yerine getirmek, lüzumsuz söz ve işi terk etmekle.” cevâbını
verdi. İnsanlar ondan nasihat istediler, o da şöyle nasihat etti:
Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle ameledilebilmesi için sekiz
şeye dikkat etmek lazımdır. Dört zamanda dört şeyi korumak gerekir;
Namazda gönlü, halk arasında dili, yiyip içmede boğazı, bir kimsenin
evine girince de gözü korumaktır. İki şeyi hâtırdan hiçbir zaman
çıkarmamalıdır. Bunlar; Allahü teâlânın büyüklüğü ve ölümdür. İki şeyi
de tamâmen unutmaya çalışmalıdır. Bunlar da; bir kimseye yapılan iyilik
ile dost ve yakınlardan görülen kötülüktür.” Lokman Hakim’in oğluna
nasihatlarının bir kısmı şöyledir:
”Ey
oğlum!
Dünyâ derin deniz gibidir. Çok insanlar onda boğulmuştur. Geminin takvâ, yükün imân, hâlin tevekkül olsun, umulurki kurtulursun.”
”Ey
oğlum!
Âlimlere
karşı öğünmek, akılsızlarla inatlaşmak ve meclislerde,
toplantılarda gösteriş yapmak için ilim öğrenme! İhtiyâcım yok diyerek
de ilmi terk etme.”
”Ey
oğlum!
Allahü
teâlâyı anan (hâtırlayan)
insanlar görürsen onlarla otur. Âlim olsan da, ilminin faydasını
görürsün ve ilmin artar, sen ehil isen sana öğretirler. Allahü teâlâ
onlara olan rahmetinden seni de faydalandırır. Allahü teâlâyı
ziktetmeyenleri görürsen onlardan uzak dur.”
”Ey
oğlum!
Horoz
senden
daha akıllı olmasın! O, her sabah zikir ve tesbih ediyor, sen ise
uyuyorsun.”
”Ey
oğlum!
Seçilmiş
kullara teslim ol, kötülerle dost olma.”
”Ey
oğlum!
İnsanlara
iyilikleri emir ve nasihat edip kendini unutma! Yoksa mum
gibi olursun. Mum insanları aydınlatır, fakat kendini yakıp eritir.”
”Ey
oğlum!
Yalandan çok sakın! Çünkü dinini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla hayânı, değerini ve makâmını kaybedersin.”
”Ey
oğlum!
Kötü
huydan, gönül dağınıklığından sakın. Sabırsız olma, yoksa
arkadaş bulamazsın.İşini severek yap, sıkıntılara katlan. Bütün
insanlara karşı iyi huylu ol.”
”Ey
oğlum!
Hep
üzüntülü olma,
kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamâ etmektensakın.
Kazâya râzı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanâat
et.”
”Ey
oğlum!
Dünyâ geçici ve kısadır. Senin dünyâ hayâtın ise azın azıdır. Bunun da azının azı kalmış, çoğu geçmiştir.”
“Ey
oğlum!
Tövbeyi
yarına bırakma, çünkü ölüm ansızın gelip
yakalar.”
”Ey
oğlum!
Sükût
etmekle pişmân olmazsın.
Söz gümüş ise sükût altındır.”
”Ey
oğlum!
Helâl
lokma ye
ve işlerinde âlimlere danış, işlerini nasıl yapacağını onlara
sor.”
”Ey
oğlum!
Âlimler meclisine devâm et. Bahar yağmuru ile yeryüzünü yeşillendiren Allahü teâlâ, âlimlerin meclisindeki hikmet nûru ile de müminlerin kalbini aydınlatır.”
”Ey
oğlum!
Amel
ancak yakın (Allahü teâlâya olan ilim ve mârifet) ile
yapılır. Herkes yakini nisbetinde amel eder. Amel noksanlığı, yakin
noksanlığından gelir.”
”Ey
oğlum!
Bir
hatâ işlediğinde hemen
tövbe et ve sadaka ver.”
”Ey
oğlum!
Ölümden şüphe ediyorsan uyku uyuma. Uyuduğun ve uyumak mecbûriyetinde kaldığın gibi, ölüme de mahkûmsun. Dirilmekten de şüphe ediyorsan, uykudan uyanma. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.”
”Ey
oğlum!
Helâl
kazanç ile yoksulluktan korun. Yoksul kimse şu üç
musibetle karşılaşır: Din zayıflığı, akıl zayıflığı ve mürüvvetin
kaybolması.”
”Ey
oğlum!
Merhamet
eden merhamet bulur.
Sükût eden selâmete erer, hayır söyleyen kâr eder, kötü konuşan
günâhkar olur, diline hâkim olmayan pişmân olur.”
”Ey
Oğlum!
Dünyâmalından yetecek kadarını al, fazlasını âhiret için hayra sarfet, Sıkıntıya düşecek ve başkasının sırtına yük olacak şekil de tembellik etme.”
”Ey
oğlum!
Sakin kimseyi küçük görüp hakâret
etme. Çünkü onun da senin de
rabbimiz birdir.”
Lokman Hakim’in oğlu: ”Babacığım, insanda hangi haslet daha iyiydir?” diye sorunca; ”Temiz, hâlis din.” buyurdu. Eğer iki haslet olursa? ”Din ve mal”, üç haslet olursa? ”Din, mal ve hayâ.” buyurdu. Dört haslet olursa? dedi. ”Din, mal, hayâ ve güzel ahlâk.” buyurdu. Beş haslet saymak icâbederse diye sorunca; ”Din, mal, hayâ güzel huy ve cömertlik.” buyurdu. Altı haslet sayarsak deyince; ”Eu oğlum! Allahü teâlâ her kime bu beş iyi hasleti verdiyse, o kimse mümin ve müttekidir. Allahü teâlâ katında veli ve sevgilidir. Şeytanın şerrinden uzaktır.” buyurdu. Oğlu: ”Babacığım, insandan en kötü haslet hangisidir?” dedi. ”Allahü teâlâyı inkârdır” buyurdu. İki olursa dedi. ”İnkâr ve kibirdir.” buyurdu. Üç olursa dedi. ”İnkâr, kibir ve şükür azlığı.” buyurdu. Dört olursa dedi. ”İnkâr, kibir, şükür azlığı ve cimrilik.” buyurdu. Beş olursa diye sorunca; ”İnkâr, kibir, şükür azlığı, cimrilik ve kötü ahlâk.” buyurdu. Altı olursa deyince; ”Ey oğlum! Bu beş kötü hasletin bulunduğu kimse münâfıktır, şakidir ve Allahü teâlâdan uzaktır.” buyurdu.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Kur’ân-ı
kerim’de ismi bildirilen peygamberlerden. İbrâhim aleyhisselâmın
kardeşinin oğludur. İbrâhim aleyhisselâm ve ona inananlarla birlikte
Nemrûd’un memleketinden hicret edip Şam’a geldikten sonra, Lût gölü
yakınındaki Sedûm şehri halkına peygamber gönderildi. İnsanlara İbrâhim
aleyhisselâmın dinini tebliğ etti. İbrâhim aleyhisselâmla
birlikte Bâbil’den hicret edip, Şam diyârına geldikleri zaman Cebrâil
aleyhisselâm gelerek Lût gölü civÂrındaki Sedûm bölgesi ahâlisine
peygamber olarak gönderildiğini bildirdi. İbrâhim aleyhisselâmdab
ayrılarak Sedûm bölgesine gitti. Bu bölgede ahlâksız ve sapık bir
millet türemişti. Putlara tapıyorlar, soygun yapıyorlar, zayıfları
eziyorlardı. İğrenç olan livata (homoseksüellik; bugün tedâvisi mümkün
olmayan AIDS hastalığına sebep olan cinsi sapıklık) yapıyorlardı. Lût
aleyhisselâm onları çirkin işlerden menedip, doğru yola dâvet etti. Bu
husus Kur’ân-ı kerimde Şuarâ sûresi 161- 164. âyetlerde meâlen şöyle
bildirilmektedir.: ”Kardeşleri Lût onlara: Allah’a karşı gelmekten
sakınmaz mısınız? Doğrusu ben size gönderilmiş emin, güvenilir bir
peygamberim. Artık Allah’tan korkun ve bana itâat edin! Buna karşılık
sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim âlemlerin Rabbine âittir,
dedi.” Sedum halkı hazret-i Lût’un dâvetine uymadılar. İsyân edenler
arasında kendi hanımı da vardı. O da kocası hazret-i Lût’a inanmamıştı.
Kâfirlerle bir olup, ona ihânet etmişti. Bu azgın ve cinsi sapıklıkla
uğraşan kavim, imân etmedikleri gibi hazret-i Lût’u ve ona inananları
memleketlerinde kovmaya kalkıştılar. Lût aleyhisselâm bu kavme nasihat
edip, doğru yola dönmezlerse Allahü teâlânın azâbına uğrayacaklarını
bildirdi. Buna rağmen isyândan ve fuhuştan vazgeçmediler. Hattâ
hazret-i Lût’a ”Doğru sözlü isen bahsettiğin azâbı getir de görelim”
dediler. Sapık kavmin isyânının gittikçe artması üzerine Allahü teâlâ
onları cezâlandırmak için melekler görevlendirdi. Bu melekler Cebrâil,
Mikâil, Azrâil aleyhisselâm bir rivâyete göre de Cebrâil aleyhisselâm
ile birlikte on iki melekti. Melekler önce İbrâhim aleyhisselâma
uğrayıp, kendisine bir oğlan evlâdı (hazret-i İshâk) verileceğini
müjdelediler ve azgın Sedum halkını helâk etmek üzere geldiklerini
söyleyip ayrıldılar. Öğle veya akşam vakti Sedum beldesine gidip
hazret-i Lût’u buldular. Melekler nûr yüzlü genç delikanlı
sûretinde hazret-i Lût’un evine gelince hazret-i Lût’un isyankâr
hanımı, durumu azgın Sedum halkına bildirdi. Azgın Sedum halkı hazret-i
Lût’un evinin etrâfını sarıp misâfirlerini bize teslim et diyerek
musallat olmaya kalkıştılar. Hazret-i Lût onlara nasihat ettiyse de
dinlemeyip kapıyı zorladılar. Bunun üzerine melekler: ”Ey Lût!
Gerçekten biz Rabbinin elçileriyiz. Kalbini onlardan gelecek bir korku
ve zarar ile meşgul etme. Onlar sana aslâ dokunamazlar. Cebrâil
aleyhisselâm dedi ki, hemen gecenin bir kısmında ev halkınla çık
git veiçimizden hiçbiri geri kalmasın, ancak hanımın hâriç, çünkü
kavmine isâbet edecek azâb ona da gelecektir. Onların helâk zamânı
sabah vaktidir.”
Azgın
kavim içeri girmek için kapıyı kırınca Cebrâil aleyhisselâm; ”Ey Lût
kapıyı aç ve geriye çekil gelsinler dedi. Lût aleyhisselâm kapıyı açıp
geri çekildi. Cebrâil aleyhisselâm kanadını önlerine gerdi ve içeriye
hücum eden azgınların gözleri âniden kör oldu, bunun üzerine şaşkın
şaşkın kaçışmaya başladılar. Bu husus Kur’ân-ı kerim’de Kamer sûresi
44. âyette meâlen şöyle bildirilmektedir: ”Lût’tan kavmi, misâfir
melekleri istediler! Hemen biz onların gözlerini kör ettik. (Anadan
doğma gibi kör oldular) işte azâbımı ve tehditlerimin âkıbetini tadın
dedik.” Lût aleyhisselâm kendine tâbi olanlarla geceleyin Sedum
beldesinden ayrılıp Sa’r şehrine gitti. Cebrâil aleyhisselâm Sedum
beldesini kanadıyla alt üst etti. Üzerlerine şiddetli taş yağmaya
başladı, nihâyet hepsi helâk olup gitti. Bu hususta Kur’ân-ı kerim’in
Kamer sûresi 38. âyet-i kerimesinde meâlen; ”Celâlim hakkı için, bir
sabah vakti devamlı bir azâb onları bastırıverdi.” Ve Hicr sûresi 73-
74- 75. âyetlerde de; ”Nihâyet onları güneşin doğma vaktinde korkunç
gürültü yakalayıverdi. Hemen şehirlerinin üstünü altına geçirdik ve
üzerlerine de çamurdan pişmiş taş yağdırdık. Elbette bunda keskin
anlayışlar için ibret alâmetleri var.” buyrulmaktadır. Lût’un
aleyhisselâm kavminin yaşadığı ve helâk oldukları topraklar Kur’ân-ı
kerimde alt-üst olan memleket mânâsına gelen ”El-mü’tefikât” şeklinde
zikredilmiştir. Sedum beldesi alt-üst olduktan sonra kaynarsular
fışkırıp göl hâline geldi. Bu gün bu bölge, Lût Gölü adıyla
anılmaktadır. Yahûdi kaynaklarında ise bu belde (sodom) ismiyle
geçmektedir. Lût aleyhisselâm, kavminin helâkınden sonra, Şam bölgesine
gidip, amcası İbrâhim’in (aleyhisselâm) yanında yedi sene kaldı. Sonra
Hicâz’a gidip, seksen yaşında iken orada vefât etti. Kabrinin, İbrâhim
aleyhisselâmın kabrinin de bulunduğu Filistin’deki Halilürrahmân’da
veya Mekke-i mükerremede Kâbe yanında Hatim denilen yerde olduğu
rivâyet edilir. Kur’ân-ı kerim’de yirmi yedi âyette Lût
aleyhisselâmdan bahsedilmektedir.
Mûcizeleri:
1-Bulutsuz
yağmur yağdırmıştır. Kavmini doğru yola dâvet ettiği vakit, mûcize
olarak bulutsuz yağmur yağdırmasını istediler. Duâsı kabul olunup,
elleriyle göğe işâret etmesi vahyedildi. Göğe işâret edince yağmur
yağmaya başladı.
2-Duâsı
bereketiyle otsuz bir dağda ot bitmiştir. Kavmi Lût
aleyhisselâmın koyunlarını otsuz bir dağa toplayıp başka yere
salmadılar. Hayvanlar açlıktan telef olmaya başlamıştı. Hazret-i Lût
kuruyan dağda ot bitmesi için duâ etti ve yemyeşil otlar bitti. Azgın
kavmin koyunları o dağdan otlasa hemen ölürdü. Bu mûcizesi ile kırk
kişi imân etmiştir.
3-
Taşlar, çakıllar ve kum tâneleri, Lût aleyhisselâm ile
konuşmuşlardır. Kavminin isyânı üzerine taş parçaları dile gelip,
”Kavminin imân etmiyeceği sizce muhakkak ise cenâb-ı Hakk’a duâ et,
onları yakmak için bizi ateş eylesin.” dediler.
4-Kavmi,
ona eziyet vermek için üzerine ufak taşlar atardı. Allahü
teâlânın koruması ile hiçbiri ona dokunmazdı.
5-
Üzerine yattığı taşlar döşek gibi yumuşak olmuştur. Kavmi, kendisini
öldürmek için karar verince ilâhi emre uyarak onlardan uzaklaşıp bir
dağa gitti. Çok yorulduğundan bir yerde uyuyup kalmıştı. Peşinden gelen
yedi kişi, onu gördüklerinde sırt üstü yatmış, altında bulunan taşlar
döşek gibi yumuşayıp çukurlaşmıştı. Onu tâkip eden yedi kişi bu hâli
görünce imân etmiştir.
6-Lût aleyhisselâm çok uzak yerlerde olan şeyleri görüp haber verirdi. Çocuğu kaybolan biri gelip, nerede olduğunu sorunca duâ etti. Allahü teâlâ da ona bildirdi. O da, çocuğun olduğu yeri söyledi.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
src=”resul2.jpg” style=”border: 0px solid ; width: 260px; height: 264px; color: rgb(0, 0, 0);” align=”right”>Peygamber efendimiz, Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Allahü teâlânın yarattığı varlıkların en şereflisi Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlânın resûlü, son peygamberidir. Allahü teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği hâlde, O’na “Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine yaratmıştır. Allahü teâlâ kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için çeşitli kavimlere zaman zaman peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinlere gönderdi. Bunun için Peygamberimize “Hâtem-ün-nebiyyîn” ve “Hâtem-ül-Enbiyâ” denilmiştir.
Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene evvel Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha karşı, Mekke’de doğdu. Târihçiler, bu günün Mîlâdi sene ile 571 senesinin nisan ayının yirmisine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (yetimlerin incisi) lâkâbı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in yanında kaldı. Dedesi de vefât edince, amcası Ebû Tâlib O’nu yanına aldı. Yirmi beş yaşındayken Hadîcet-ül Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü’l-Kâsım yâni Kâsım’ın babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında mîrac vukû buldu. 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Yirmi yedi defâ muhârebe yaptı. 632 (H. 11) senesinde rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında vefât etti.
Mübarek soyu
Sevgili Peygamberimiz; “Ben, Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Mudrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’ad, Adnân oğlu Muhammed’im. Mensup olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben, câhiliyyet ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdem’den babama ve anneme gelinceye kadar, hep nikâhlı anne babadan geldim. Ben ana ve baba îtibâriyle en hayırlınızım.” Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Allahü teâlâ, İbrâhim oğullarından İsmâil’i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdülmuttalib oğullarını eçti. Abdülmuttalib oğullarından da beni seçti.” buyurdu.
Peygamberimiz Kureyş kabîlesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası Abdullah’dır. Abdullah’ın babası Abdülmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amr’dır. Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin hâkimi ve Arapların şeref îtibâriyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabîlesine mensuptu. Abdülmuttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûr yüzünden iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdülmuttalib ise, O’nu her yönüyle O’na denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine; güzellik, ahlâk ve neseb îtibâriyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdullah ile birkaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdülmuttalib, Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: “Ey amcam oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüyâ gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş, aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda dedemiz İbrahim’i gördüm. Bana; “Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Onu sen de kabûl et.” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.” Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden“Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Nihâyet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.
Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, hanımına intikal etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de bu yanlıştır. Regâib gecesi, Receb ayının ilk cumâ gecesidir. Muhammed aleyhisselâmın nûru ise hazret-i Âmine’ye Cemâzilahir ayında intikal etmiştir. Câhiliyye devrinde Arapların harbi haram saydıkları aylarda harp etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri yâni Cemâzilahir ayına o sene Recep demeleri sebebiyle halk içinde bu yanlışlık yayılmıştır. Gerçekte bunun dînen ve ilmen bir kıymeti yoktur. O halde Nübüvvet yâni peygamberlik nûrunun Âmine vâlidemize intikali, şimdiki Cemâzilahir ayındadır, Regâib gecesinde değildir. Âmine’nin Muhammed aleyhisselâma hâmile olduğu sırada Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olmuştu. Kureyş çok sıkıntı içinde idi. Muhammed aleyhisselâmın ana rahmine düşmesiyle birlikte, O’nun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabîlesinin bağ ve bahçelerine, mahsûllerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye “Senet-ül feth ve’l ibtihac” yâni sevinç ve bolluk yılı dediler. Âmine Hâtun Sevgili Peygamberimize hâmile iken kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medîne’ye geldiği sırada dayılarının yanında vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbas radıyallahü anh şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin babası Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler; “Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı.” dediler. Allahü teâlâ da; “O’nun koruyucusu ve yardımcısı benim.” buyurdu.”
Âmine Hâtun şöyle anlatmıştır: “Ben altı aylık hâmile iken, bir gece rüyâmda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: “Ey Âmine, bilmiş ol ki, sen âlemlerin en hayırlısı olan kimseye hâmile oldun. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açmayıp, gizli tut!” Başka bir rivâyette de; “İsmini Ahmed koy.” şeklinde bildirilmiştir.
Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil vak’ası meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâbe’yi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımıylaSan’a’da büyük bir kilise yaptırdı ve insanların burayı ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâbe’yi ziyâret etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç îtibar etmediler. Hattâ hakâret gözüyle baktılar. İçlerinden biri kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusunda önde yürütülen, zaferin kazanılmasında en büyük payı alacağı tahmin edilen Mahmud adında bir fil vardı. Ebrehe Kâbe’ye saldırmaya başlayınca bu fil yere çöktü ve Kâbe yönünde yürümedi. Yönü Yemen’e çevrilince koşarak geri dönüyordu. Böylece Mekke’ye yaklaşıp hücum etmek istediği halde hücum edemeyen Ebrehe ve ordusu üzerine Allahü teâlâ ebâbil (dağ kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebâbil kuşlarının herbiri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere, nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin ordusu üzerine bıraktılar. Taş isâbet eden her asker, ânında yere düşüp öldü. Ebrehe kaçmak istedi. Taşlardan ona da isâbet edip, kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Fil sûresinde bildirilmektedir. Böylece Kureyş kabîlesi doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Âdem aleyhisselâmdan îtibâren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş, doğması yaklaşınca da birçok haber ve müjdeler verilip alâmetler ortaya çıkmış, çeşitli hadiseler meydana gelmiştir.
Doğumu
Muhammed aleyhisselâm Hicret’ten 53 sene evvel Rebîulevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Haşimoğulları mahallesinde, Safâ Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu gün, Mîlâdî 571 yılına ve Nisan ayının yirmisine rastlamaktadır. O gün henüz güneş doğmadan âlem nûr ile doldu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlâda intikal edegelen nûr asıl sâhibine ulaştı.
O’nun doğumunu annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada çok hâtun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onların biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. O’nu kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağripden meşrıka kadar her yerde gezdirin. Tâ ki cümle âlem onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed’i bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”
Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü…” Bundan başka birçok hâdiseye şâhit olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi.
Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. O’nu kundağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu…”
Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de Allah’a yalvarıp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere Muhammed ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini, övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koydu.
Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada ve doğduktan sonra pekçok hâdise meydana geldi.
Muhammed aleyhisselâmın dünyâya geldiği gece bir yıldız doğdu. Bunu gören Yahûdî bilginleri Muhammed aleyhisselâmın doğduğunu anladılar. Eshâb-ı kirâmdan Hassân bin Sâbit anlatır: “Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahûdînin biri, hey Yahûdîler! diye çığlık atarak koşuyordu. Yahûdîler ne var, ne yırtınıyorsun diyerek yanına toplanınca şöyle söyledi: “Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyâya geldi…”
Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece Kâbe’deki putlar yüz üstü yere yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşten bir cemâatin bir putu vardı. Yılda bir defâ onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanına vardıklarında onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı. Bu hal üç defâ tekrarlandı. Bunun üzerine etrâfına iyice destek verip diktikleri sırada şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu yer yüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalbleri titredi.” Bu hâdise tam Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceye rastlıyordu.
Medâyin şehrindeki İran Kisrâsının sarayının on dört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı yine kendilerinden bâzı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyaları tâbir ettirdiklerinde bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anladılar.
Yine o gece Mecûsîlerin yâni ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta olan kocaman ateş yığınları âniden söndü. Ateşin söndüğü târihi not ettiler. Kisrânın sarayından burçların yıkıldığı geceye isâbet ediyordu.
O zaman insanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü de yine o gece bir anda suyu çekilip, kuruyuverdi.
Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave Nehrinin vâdisi de, o gece, su ile dolup taşarak akmaya başladı.
Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden îtibâren şeytan artık Kureyş kâhinlerine vukû bulacak hâdiselerden haber veremez oldu. Kehânet sona erdi…
Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gece ve daha sonra o zamâna kadar görülmemiş bu hâdiselerden başka pekçok hâdise vukû buldu, bunların hepsi son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın dünyâyı teşrif ettiğine işâret olmuştur.
İsimleri ve künyeleri
Peygamber efendimizin en çok söylenilen ismi “Muhammed”dir. Bu isim, Kur’ân-ı kerîm’de Âl-i İmrân sûresi 144. âyette, Ahzab sûresi 40. âyette, Fetih sûresi 29. âyette ve Muhammed sûresi 22. âyetinde olmak üzere dört defâ geçmektedir. Saf sûresi 6. âyetinde ise Îsâ aleyhisselâmın ümmetine Ahmed ismiyle haber verdiği bildirilmektedir. Kur’ân-ı kerîm’de Muhammed ve Ahmed isminden başka, Resûl, Nebî, Şâhid, Beşîr, Nezîr, Mübeşşir, Münzîr, Dâ’i-i ilallah, Sirâcen Münîr, Raûf, Rahîm, Musaddık, Müzekkir, Müdessir, Abdullah, Kerîm, Hak, Mübîn, Nûr, Hâtemün-Nebiyyîn, Rahmet, Ni’met, Hâdi, Tâhâ, Yâsîn… diye anılmıştır. Bundan başka yine bâzıları Kur’ân-ı kerîm’de ve bâzıları da hadîs-i şerîflerde bir kısmı da daha önceki peygamberlere gönderilen mukaddes kitaplarda geçmiştir. Daha önceki peygamberlere indirilen kitaplarda geçen isimlerin çoğu, sıfat olup, mecâzen isim sayılan kelimelerdendir. Bunlardan bâzıları da şöyledir. Dahûk, Hamyata, Ahid, Paraklit, Mazmaz, Müşaffah, Münhamennâ, Muhtar, Rûhûl-Hak, Mukimüssünneh, Mukaddes, Hırz-ul-Ümmiyyîn, Mâlum… Peygamberimizin ismi İncîl’de “Ahmed” (Paraklit), Tevrât’ta ise “Münhamenna” olarak geçmiş olup, Süryanicede Muhammed ismi karşılığıdır. İncîl’de Peygamberimizin geleceği müjdelenip Paraklit kelimesiyle de ifâde edilmiştir ki, Ahmed ve Muhammed mânâsınadır. İncîl tahrif edilince bu kelimeler kasten değiştirilmiştir.
Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinde ise Mâhi, Hâşir, Âkıb, Mükaffi, Nebüyyür-rahme, Nebiyyüt-Tevbe, Nebüyy-ü Melâhim, Kattâl, Mütevekkil, Fâtih, Hâtem, Mustafa, Ümmî, Kusem (her hayrı kendinde toplayan) isimleri geçmektedir. Bir hadîs-i şerîfte Sevgili Peygamberimiz; “Bana mahsus beş isim vardır: “Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im, ben Mâhi’yim ki, Allah benimle küfrü yok eder. Ben, Hâşir’im ki halk, kıyâmet günü benim izimce haşrolunacaktır. Ben, Âkıb’ım ki benden sonra peygamber yoktur.” buyurdu.
Peygamberimizin hazret-i Hadîce’den doğan ve küçük yaşta vefât eden oğlu Kâsım’dan dolayı kendisine Ebü’l-Kâsım künyesi verilmiştir. Yine peygamberliğinden önce O’ndaki doğruluk, îtimâd, emîn, güvenilir olması gibi sayılamayacak kadar üstün meziyetlerden dolayı Kureyş kabîlesi ona “El-Emîn” ismini vermiştir.
Çocukluğu
Halîme Hâtun yine şöyle anlatmıştır: “Âmine Hâtun bana daha nice vakaları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Ey Halîme! Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyâyı kimseye anlatma, gizle!” denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gâibden; “Sana müjdeler olsun ey Halîme, o parlak nûru emzirmek sana nasip olacak” diye seslenilirdi.” Halîme Hâtun şâhit olduğu daha nice hâdiseleri anlatmıştır.
Halime Hâtun der ki: “Muhammed’i alıp Âmine’nin evinden ayrıldım. Kocamın yanına gelince kocam O’nun yüzüne bakıp kendinden geçti: “Ey Halîme! Bugüne kadar böyle güzel yüz görmedim” dedi. O’nu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de; “Ey Halîme, bilmiş ol ki, sen çok mübârek bir çocuk almışsın.” dedi. Ben de; “Vallahi, ben de zâten böyle dilerdim” dedim.”
Halîme Hâtun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı alıp Mekke’den ayrıldıkları andan îtibâren O’nun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kâfile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar.
Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duâsına giderken O’nu yanlarında götürüp duâ ederek O’nun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular.
Yine bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip; “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Halîme Hâtun ile kocası Hâris, süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki rengi değişmiş, semâya bakıyor ve tebessüm ediyor.“Sana ne oldu yavrucuğum?” diye sorduklarında şöyle anlattı: “Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular.” dedi. Bu hâdiseye “Şakk-ı sadr” (göğsünün yarılması) denir. Bu, Kur’ân-ı kerîm’de İnşirah sûresi ilk âyetinde bildirilmektedir.
Muhammed aleyhisselâma peygamberlik verildikten sonra Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; “Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz?” deyince; “Ben ceddim İbrahim’in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rüyâsıyım. O bana hâmileyken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü. Ben Sa’d bin Bekr oğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.” buyurdu.
Halîme Hâtun, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdülmuttalib, Halîme Hâtuna çok büyük hediyeler verip ihsânda bulundu. Halîme Hâtun O’nu Mekke’ye bırakınca; “Sanki canım ve gönlüm de O’nunla birlikte kaldı.” demiştir.
Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi, Ümmü Eymen adındaki câriye (hizmetçi) ile birlikte akrabâlarını ve babası Abdullah’ın mezârını ziyâret için Medîne’ye gittiler. Medîne’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Benî Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Sırtındaki nübüvvet mührünü ve diğer bâzı alâmetlerini gören Yahûdî âlimlerinden bir kısmı; “Bu çocuk âhir zaman Peygamberi olacak!” demişlerdir. Onların bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu Âmine’ye haber verince Âmine Hâtun O’na bir zarar gelmesinden çekinerek, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde hazret-i Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:.
Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan.
Ben de öleceğim tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum şerefim budur.
Geride bıraktım hayırlı evlad,
Gözümü kapadım, içim pek rahat.
Benim nâmım kalır dâim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.
Biraz sonra vefât etti. Orada defnedildi. Ümmü Eymen, Muhammed aleyhisselâmı Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalib’in yanına bıraktı.
Muhammed aleyhisselâmın babası ve annesi İbrâhim aleyhisselâmın dîninde idi. Yâni mümin idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm peygamber olduktan sonra da O’nun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehâdeti işittiklerini ve söylediklerini, böylece O’nun ümmetinden olduklarını bildirmişlerdir.
Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdülmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idâre eden bir zât olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömertti. Fakirleri doyurur, hattâ aç, susuz kalan hayvanlara bile su ve yiyecek verirdi. Allah’a ve âhirete inanan, kötülüklerden sakınan, câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zâttı. Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misâfirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira Dağında inzivâya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat sahibi olan Abdülmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. O’na büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâbe’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde O’nunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere; “Bırakın oğlumu, O’nun şânı yücedir!” derdi. Sevgili Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymen’e, O’na iyi bakmasını önemle tembih eder; “Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak, diyorlar.” derdi. Ümmü Eymen demiştir ki: “O’nun çocukluğunda açlıktan ve susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde; “İstemem, tokum.” derdi.“Abdülmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, O’ndan başkasının yanına girmesine müsâade etmezdi. O’nu dâimâ öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır, dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun hakkında nice rüyâlar görüp birçok hâdiseye şâhit oldu. Bir defâsında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalib, gördüğü bir rüyâ üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutup Ebû Kubeys Dağına çıktı ve; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.” diyerek duâ etti. Duâsı kabul olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şâirler bu hâdiseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir.
Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’nin yanında otururken, Necranlı bir râhip yanına gelip onunla konuşmaya başladı. Bir ara; “Biz İsmâiloğullarından en son gelecek olan peygamberin sıfatlarını kitaplarda buldu. Burası (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymağa başladığı sırada, Peygamberimiz yanlarına geldi. Necranlı râhip, O’nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla; “İşte, O budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalib; “Oğlumdur!” deyince, Necranlı râhip; “Kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması lazım!” dedi. Abdülmuttalib; “O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hâmile iken ölmüştü” deyince, râhip; “Şimdi doğru söyledin.” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib oğullarına; “Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!” dedi.
Abdülmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin” diye sordu, Resûl-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebû Tâlib’in kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de O’nu oğlu Ebû Talib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefât etti.
Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun himâyesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdülmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zât idi. O da Peygamberimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyuyamaz, bir yere gitmez ve; “Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!” derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce O’nun başlamasını isterdi. Bâzan da ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünden nur saçıldığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu ve âilesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhisselâmı himâyesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vukû bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu Kâbe’nin yanına götürüp duâ etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.
Ebû Tâlib bir defâsında Şam’a ticâret için giderken Muhammed aleyhisselâmı da dokuz veya on iki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hıristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râhip vardı. Önceden Yahûdî âlimlerindenken sonradan Hıristiyan olan bu bilgili râhibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şey ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defâlarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmeyen ve her sabah manastırın damına çıkıp kâfilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey bekleyen râhib Bahîra’ya bu defa bir hâl olmuş ve heycanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiği ve onların yanına oturduğu ağacın üstünde durduğunu görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekte idi. Kervan konunca Muhammed aleyhisselâmın altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini görerek iyice heyecanlanan râhip, hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de dâvetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeğe dâvet etti. Kervanda bulunanlar Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözcü olarak bırakıp râhip Bahîra’nın yanına gittiler. Ona defâlarca buradan gelip geçtikleri hâlde şimdiye kadar kendilerini dâvet etmeyip de bugün dâvet etmesinin sebebini sorarlarken, Bahîra gelenlere dikkatle bakıp; “Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?” diye sordu. “Evet, bir kişi var.” dediler. Râhip Bahîra ısrarla, O’nun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle O’na bakmaya, incelemeye başlayan Bahîra, yemekten sonra hallerine, işlerine dâir birçok soru sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsinin, âhir zamanda gelecek peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührüne baktı ve Ebû Tâlib’e; “Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Ebû Tâlib; “Oğlum” deyince Bahîra; “Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.” dedi. Bu sefer Ebû Tâlib; “O benim kardeşimin oğludur.” dedi. “Babası ne oldu?” deyince de, O’nun doğumuna yakın öldüğü cevâbını alan Bahîra; “Doğru söyledin, annesi ne oldu?” dedi. Ebû Tâlib; “O da öldü.” deyince yine; “Doğru söyledin.” dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi: “Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. O’nu, hasetçi Yahûdîlerden koru! Vallahi Yahûdîler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi fark ederlerse, O’na bir zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük bir hâl ve şan vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacaktır. Getireceği din bütün yeryüzüne yayılsa gerektir. Sakın bu çocuğu Şam’a götürme, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve misak olmuştur.”
Ebû Tâlib “Mîsak nedir?” diye sorunca, Bahîra; “Allahü teâlâ bütün peygamberlerden ve en son da Îsâ aleyhisselâmdan ümmetlerine âhir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır.” dedi. Ebû Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti ve mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebû Tâlib, Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed aleyhisselâmı daha da çok sevip ömrü boyunca O’nu korudu ve her işinde O’na yardımcı oldu. Her hâliyle fazîletler ve güzellikler sâhibi müstesnâ bir insan olarak büyüyen Muhammed aleyhisselâm, on yedi yaşına ulaştığı sırada Yemen’e ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice hârikulade (olağanüstü) halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde O’nun bu halleri anlatıldı ve Kureyş kabîlesi arasında; “Bunun şânı pek yüce olacak” diye söylenmeye başlandı.
Gençliği
Muhammed aleyhisselâm yirmi yaşlarında bulunduğu sıralarda Mekke’de âsâyiş tamâmen bozularak zulüm son derece yaygınlaşıp mal, can ve nâmus emniyeti kalmamıştı. Mekke’nin yerli halkından fakir olanların yanında ticâret için ve Kâbe’yi ziyâret maksadıyla gelen yabancılar da haksızlığa ve zulme uğruyorlar, haklarını almak için mürâcaat edecek bir merci bulamıyorlardı. Bu sırada ticâret maksadıyla Mekke’ye gelen Yemenli bir tüccarın malları, Âs bin Vâil adında bir Mekkeli tarafından zorla elinden alınıp gasb edilmişti. Bu hâdise üzerine Yemenli, Ebû Kubeys Dağına çıkıp feryâd ederek hakkının alınması için kabîlelerden yardım istedi. Artık zulmün had safhaya ulaştığını dile getiren bu tip hâdiseler üzerine Hâşim ve Zühre oğulları ve diğer kabîlelerin ileri gelenleri Abdullah bin Cedân’ın evinde toplandılar. Yerli yabancı hiç kimseye zulüm ve haksızlık yapılmamasına, zulme mâni olmaya ve haksızlığa uğrayanların haklarını almaya karar verdiler. Bu maksatla bir de adâlet cemiyeti kurdular. Muhammed aleyhisselâmın genç yaşta katıldığı ve kuruluşunda çok tesirli olduğu bu cemiyete, daha önceden Fadl adındaki iki kişi ile Fudayl adında biri tarafından kurulup zamanla unutulan böyle bir cemiyeti de hatırlatmak bakımından, Fâdılların yemini mânâsında Hilf-ul Fudûl Cemiyeti denildi. Bu cemiyet, zulmü önleyip Mekke’de bozulan âsâyişi yeniden kurdu. Tesiri uzun müddet devâm etti. Muhammed aleyhisselâm kendisine peygamberlik verildikten sonra bu olayı Eshâb-ı kirâma anlatıp: “Abdullah bin Cedân’ın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o yeminleşme kırmızı tüylü develere (servete) sâhip olmaktan daha sevimlidir. Şimdi de böyle bir meclise çağrılsam icâbet ederim.” buyurdu.
Mekkeliler öteden beri ticâretle uğraşarak geçimlerini sağlarlardı. Muhammed aleyhisselâmın amcası Ebû Tâlib de ticâretle uğraşıyordu. Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşında bulunduğu sıralarda Mekke’de geçim sıkıntısının iyice artması üzerine Mekkeliler Şam’a gitmek üzere büyük bir ticâret kervanı hazırlamıştı. Ebû Tâlib yeğeni Muhammed aleyhisselâma bu kervana katılmasını tavsiye etti. Amcası Ebû Tâlib’in bu tavsiyesi üzerine Mekke’de üstün ahlâkı ve meziyetleriyle tanınan ve Tâhire (çok temiz) lakabıyla anılan hazret-i Hadîce’nin mallarını götürüp satmak üzere bu ticâret kâfilesine katıldı. Bu işe büyük bir memnuniyet gösteren hazret-i Hadîce kölesi Meysere’yi de O’nun yanına yardımcı olarak vermişti. Bu sefer sırasında bir bulut devamlı üzerinde dolaşarak Muhammed aleyhisselâmı gölgeledi. Kuş şekline giren iki melek sefer bitinceye kadar O’nunla birlikte hareket etti. Yolda yürüyemeyecek derecede yorulup kervandan geri kalan iki deve Muhammed aleyhisselâmın ayaklarını eliyle sığamasından sonra, birden süratlenerek yola devâm ettiler. Üç ay süren bu sefer boyunca Muhammed aleyhisselâmın daha nice hârikulâde hallerine şâhit olan kervandakiler, O’nu son derece sevip şânının çok yüce olacağını anlamışlardı. Busra denilen yere vardıklarında, daha önce amcası Ebû Tâlib’le ticâret için geldiklerinde konakladıkları manastırın yakınında bir yerde bu seferde de konakladılar. Gördüğü birçok alâmetten O’nun son peygamber olacağını anlayıp söyleyen râhip Bahîra ölmüş, O’nun yerine Nastura adında başka bir râhip geçmişti. Manastırın yakınına gelip konan Kureyş kervanını seyreden râhip Nastura manastırın yakınında bulunan kuru ağacın altına birinin oturmasıyla birlikte yeşermesini görerek koşup geldi. Bir elinde bulunan sahifede yazılı olanlara, bir de Muhammed aleyhisselâmın yüzüne bakıyor, baktıkça da hayrete düşüyordu. Nastura bildiği, duyduğu ve okuduğu alâmetleri aynen görüp, Muhammed aleyhisselâmı göstererek; “Îsâ aleyhisselâma İncîl’i indiren Allah hakkı için bu zât son peygamber olacaktır. Ne olaydı ben O’nun peygamber gönderilerek emrolunduğu zamâna ulaşsaydım!” dedi. Muhammed aleyhisselâm Busra pazarında Hadîce Hâtunun mallarını satarken de O’nunla pazarlık yapan bir Yahûdî inanmadığı için; “Lât ve Uzzâya(iki put ismi) yemin et ki inanayım.” deyince Muhammed aleyhisselâmın; “Ben o putlar adına aslâ yemin etmem! Onların yanından geçerken yüzümü başka tarafa çevirerek geçerim.” demişti. O’ndaki diğer alâmetleri de gören Yahûdî; “Söz senin sözündür. Vallahi bu zât peygamber olacak bir kimsedir ki, âlimlerimiz kitaplarda bunun vasfını bulmuşlardır.” diyerek hayranlığını açıklamıştı.
Kureyş kervanı ticâretini tamamlayıp Mekke’ye dönünce, kervanda bulunan Hadîce Hâtunun kölesi Meysere Muhammed aleyhisselâm hakkında işittiklerini ve gördüklerini Hadîce Hâtuna bir bir anlattı. Hadîce Hâtun mallarını satmak üzere teslim ettiği Muhammed aleyhisselâmın iyi kâr getirdiğini görerek çok memnun olmuştu. Fakat o bundan ziyâde kervanı karşıladığı sırada Muhammed aleyhisselâmı gölgeleyen iki meleği görmesi ve sefer sırasında vukû bulan hârikulâde hallerin, kölesi Meysere tarafından teker teker anlatılması üzerine hemen amcasının oğlu Varaka bin Nevfel’e gitti. Varaka bin Nevfel putlara tapmayan, okumuş ve çok bilgili, yaşlı bir Hıristiyandı. Daha önceden rüyâsında; gökten ayın inerek koynuna girip, koltuğundan çıktığını ve bütün âlemi aydınlattığını anlatan Hadîce Hâtuna Varaka bin Nevfel; “Âhir zaman peygamberi vücûda gelmiştir. Sen O’nun hanımı olursun. Senin zamânında O’na vahiy gelir. O’nun dîni bütün âlemi doldurur. Sen O’na en önce îmân eden olursun. O peygamber Kureyş kabîlesinin Hâşimoğulları kolundan olacak…” demişti. Hadîce Hâtun bu defâ kölesi Meysere’nin anlattıklarını Varaka bin Nevfel’e söyleyince, hayrete düşüp; “Bu söylediklerinden anlaşılıyor ki, şüphesiz Muhammed bu ümmetin peygamberi olacak. Ben zâten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve O’nu bekliyordum. Bu zaman O’nun tam zamandır.” dedi. Böylece hazret-i Hadîce’nin sevgisi ve îtimâdı daha da arttı.
Muhammed aleyhisselâm 12 yaşındayken amcası Ebû Tâlib ile ticâret için Busra’ya kadar, 17 yaşındayken amcası Zübeyr ile Yemen’e ve 25 yaşındayken hazret-i Hadîce’nin mallarını satmak üzere Şam’a olmak üzere üç defâ seyâhate çıktı. Bunların dışında hiçbir yere seyahat yapmadı.
Muhammed aleyhisselâm yirmi beş yaşındayken ilk olarak hazret-i Hadîce ile evlendi. Hazret-i Hadîce, Kureyş kabîlesinin Esedoğulları kolundan kırk yaşında ve dul bir hanım idi. Fakat, malı, cemâli, aklı, ilmi, şerefi, nesebi, iffet ve edebi pek fazla idi. Yüksek ahlâkı ve üstün vasıfları sebebiyle Kureyş arasında “Tâhire” (çok temiz) İslâmiyet geldikten sonra da “Hadîce-tül-Kübra” ismiyle meşhur olmuştu. Hadîce Hâtun mallarını Şam tarafına götürüp Busra’da satan Muhammed aleyhisselâmı; adâleti, üstün ahlâkı ve hakkında duyup şâhit olduğu hadiseler sebebiyle son derece takdir etti. Bu hâdiseden kısa bir süre sonra, yakınlarının da kabul etmesiyle evlenmeleri kararlaştırıldı. Nikâh meclisi hazret-i Hadîce’nin evinde kuruldu. Ebu Tâlib ve Varaka bin Nevfel tarafından takdim konuşmaları yapıldı. Nikâhı Varaka bin Nevfel kıydı. Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri de nikâh şâhidi olarak bulundular. Zamânının emsalsiz bir kadını olan Hadîce vâlidemiz evlilik hayâtı boyunca Muhammed aleyhisselâma dâimâ hizmet edip yardımcısı oldu. Muhammed aleyhisselâmın bu evliliği, onun vefâtına kadar on beş senesi peygamberlikten önce onu da Peygamberlikten sonra olmak üzere yirmi beş sene sürdü. Muhammed aleyhisselâm, ilk zevcesi hazret-i Hadîce hayattayken başkası ile evlenmedi. Muhammed aleyhisselâmın hazret-i Hadîce’den ikisi erkek, dördü kız olmak üzere Kâsım, Zeyneb, Rukayye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib) adlarında altı çocuğu oldu. Peygamberliği sırasında evlendiği hazret-i Mâriye’den de İbrâhim adlı oğlu olmuştu. Diğer zevcelerinden çocuğu olmadı. Zeyneb, kızlarının en büyüğü idi. En küçük kızı Fâtımâ babasının en sevgilisiydi. Hazret-i Fâtımâ Peygamber efendimiz kırk yaşındayken doğdu. Erkek evlatları küçük yaşta vefât ettikleri gibi hazret-i Fâtımâ’dan başka bütün kızları da O’ndan önce vefât ettiler. Hazret-i Fâtımâ da Muhammed aleyhisselâmdan altı ay sonra vefat etti. Hazret-i Ali ile evlenmişti. Muhammed aleyhisselâmın soyu hazret-i Fâtımâ evlâdı, hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin ile devâm etti.
Resûl-i ekrem efendimiz ikinci defâ olarak, elli beş yaşında iken, Ebû Bekr’in (radıyallahü anh) kızı Âişe radıyallahü anhâ ile evlendi. Bunu, Hadîce-tül-Kübrâ’nın vefâtından bir yıl sonra, Allahü teâlânın emri ile nikâh eylemişti. Ölünceye kadar, sekiz sene onunla yaşadı.
Diğerlerini, hep hazret-i Âişe’den sonra, dînî, siyâsî sebeplerle veya merhamet ve ihsân ederek Allahü teâlânın izniyle nikâh etti. Bunların hepsi dul olup, çoğu yaşlı idi. Meselâ, Mekke’deki kâfirlerin, Müslümanlara eziyet ve zararları dayanılamayacak bir dereceye gelince Eshâb-ı kirâmın bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişti. Habeş Pâdişâhı Necâşi Hıristiyan idi. Müslümanlara çeşitli sorular sorup, aldığı cevaplara hayran kalarak îmâna geldi. Müslümanlara çok iyilik yaptı. Îmânı zayıf olan Ubeydullah bin Cahş, fakirlikten kurtulmak için, papazlara aldanıp mürted olmuş, dînini dünyâya değişmişti. Resûlullah efendimizin halasının oğlu olan bu mel’un, karısı Ümmü Habîbe’yi de (radıyallahü anhâ) dinden çıkıp zengin olmaya cebr ve teşvik etti ise de, o, fakirliğe ve ölüme râzı olacağını fakat Muhammed aleyhisselâmın dîninden çıkmayacağını söyleyince, bunu boşadı. Sürünerek, sefâletten ölmesini bekliyordu. Fakat, az zamanda kendi öldü. Ümmü Habîbe, Kureyş’in (Mekke’nin) o zamanki başkumandanı Ebû Süfyân’ın kızı idi. Peygamber efendimiz o zamanlarda, Kureyş orduları ile, çok çetin muhârebelerde bulunuyordu ve Ebû Süfyân, İslâmiyeti yok etmek için son gayretiyle çarpışıyordu. Peygamber efendimiz ÜmmüHabîbe’nin dîninin kuvvetini ve başına gelen bu acı hâli işitti. Necâşi’ye mektup yazıp; “Oradaki Ümmü Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra kendisini buraya gönder!”şeklinde talepte bulundu. Necâşî daha önce Müslüman olmuştu. Mektuba çok hürmet edip, oradaki Müslümanları sarayına dâvet ederek, ziyâfet verdi. Hicretin yedinci yılında nikâh yapılıp, hediye ve ihsanlarda bulundu. Bu sûretle, Ümmü Habîbe, îmânının mükâfâtına kavuşarak, orada zengin ve râhat oldu. Onun sâyesinde, oradaki Müslümanlar da rahat etti. Cennet’te, kadınlar kocalarının yanında bulunacakları için, Cennet’in en yüksek derecesiyle müjdelenmiş oldu ki, dünyânın bütün zevk ve nîmetleri, bu müjde yanında pek küçük kalır. Bu nikâh, Ebû Süfyân’ın ilerde Müslüman olmakla şereflenmesini hazırlayan sebeplerden biri oldu. Görülüyor ki, bu nikâh, kâfirlerin iftirâlarının ne kadar yanlış ve çürük olduğunu bildirdiği gibi, Resûlullah’ın aklının, zekâsının, dehâsının, ihsânının ve merhametinin derecesini de göstermektedir.
İkinci misal; hazret-i Ömer’in kızı Hafsa radıyallahü anhâ dul kalmıştı. Hicretin üçüncü yılında; Ömer radıyallahü anh, Ebû Bekire ve Osman’a (radıyallahü anhümâ) kızımı alır mısın dedikte, düşüneyim, demişlerdi. Bir gün, Resûlullah efendimiz, her üçü ve başkaları yanında iken; “Yâ Ömer! Seni üzüntülü görüyorum, sebebi nedir?” diye sordu. Bir şişedeki mürekkebin rengi kolay görüldüğü gibi, Resûlullah efendimiz de, herkesin düşüncesini, bir bakışta anlardı. Lüzum görürse sorardı. O’na, hattâ herkese doğru söylememiz farz olduğundan hazret-i Ömer de; “Yâ Resûlallah, kızımı Ebû Bekr’e ve Osman’a teklif ettim, almadılar.” cevâbını verdi. Resûlullah efendimiz en çok sevdiği üç eshâbının üzülmesini hiç istemediğinden, onları sevindirmek için, hemen buyurdu ki: “Yâ Ömer! Kızını, Ebû Bekr’den ve Osman’dan daha iyi birisine versem ister misin?” Hazret-i Ömer şaşırdı. Çünkü, Ebû Bekr’den ve Osman’dan daha yüksek ve daha iyi kimse olmadığını biliyordu. “Evet, yâ Resûlallah!” dedi. “Yâ Ömer, kızını bana ver!” buyurdu. Bu sûretle, Hafsa radıyallahü anhâ, Ebû Bekr’in ve Osman’ın ve bütün müminlerin anneleri oldu ve bunlar, ona hizmetçi oldu ve Ebû Bekr ve Ömer ve Osmân radıyallahü anhüm birbirlerine daha yakın ve daha sevgili oldular.
Üçüncü bir misal, hicretin beş veya altıncı senesinde, Benî Mustalak kabîlesinden alınan yüzlerce esir arasındaki Cüveyriye radıyallahü anhâ kabîlenin reisi olan Hâris’in kızı idi. Bunu satın alıp âzâd ederek, kendilerine nikâh edince, Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) hepsi, biz, Resûlullah’ın âilesinin, annemizin akrabâsını câriye ve hizmetçi olarak kullanmaktan hayâ ederiz dedi. Hepsi, esirlerini âzâd etti. Bu nikâh, yüzlerce esirin âzâd olmasına yol açtı. Cüveyriyye radıyallahü anhâ bu hâli her zaman söyleyerek öğünürdü. Âişe radıyallahü anhâ Cüveyriyye’den daha hayırlı, daha bereketli bir kadın görmedim.” derdi.
Resûlullah efendimizin çok evlenmesinin mühim bir sebebi de, İslâm dîninin emir ve yasaklarını bildirmek içindi. Hicab âyeti gelmeden, yâni kadınların örtünmeleri emrolunmadan önce, kadınlar da Resûlullah efendimize gelip, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. Resûlullah efendimiz birinin evine gitse, kadınlar da gelir, oturur, dinler, istifâde ederlerdi. Hicâb âyeti gelip, kadınların yabancı erkeklerle oturmaları, konuşmaları yasak edilince, yabancı kadınları kabul etmedi, onların bilmediklerini, mübârek zevcesi hazret-i Âişe’den sorup öğrenmelerini emir eyledi. Gelip soranların çokluğundan, hazret-i Âişe, hepsine cevap yetiştirmeğe vakit bulamıyordu. Bu mühim hizmeti kolaylaştırmak ve onun yükünü hafifletmek için lâzım olduğu kadar hanımı nikâh etti. Kadınlara âit yüzlerce nâzik bilgileri, Müslüman kadınlarına, mübârek zevceleri yolu ile bildirdi. Zevceleri bir olsaydı, bütün kadınların ondan sorması güç ve hattâ imkânsız olurdu. Allahü teâlânın dînini tam olarak bildirmek için, çok evlenmek yükünü de omuzlarına aldı.
Muhammed aleyhisselâm hazret-i Hadîce ile evlendikten sonra da Mekke’de ticâretle meşgûl oldu. Ticâreti Saib bin Abdullah ile ortaklık şeklinde yürütürdü. Kazançlarıyla misâfirleri ağırlarlar, yetimlere ve fakirlere yardım ederlerdi. Muhammed aleyhisselâm yine bu sıralarda hazret-i Hadîce’nin kölesi Zeyd’i himâyesine alıp onu kölelikten âzâd etti. O zaman küçük yaşta bulunan hazret-i Ali’yi de yanına alıp evladı gibi yetiştirdi.
Otuz beş yaşındayken Kâbe hakemliği yaptı. O zaman yağmur ve seller sebebiyle Kâbe’nin duvarları iyice yıpranmış, bir yangın sebebiyle de tahribâta uğramıştı. Bu durum üzerine Kureyş kabîlesi Kâbe’yi İbrâhim aleyhisselâmın yaptığı temele kadar yıkıp yeniden yapmaya başlamıştı. Her kabîleye bir bölümünü vererek duvarları yükselttiler. Bu işin büyük bir şeref olduğunu bilen kabîleler, Hacer-ül-esved taşını yerine koyma husûsunda anlaşamadılar. Her kabîle böyle bir şerefe sâhip olmak istediğinden aralarında gittikçe artan büyük bir anlaşmazlık çıktı. Dört beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle neredeyse kan dökülecekti. Bu sırada Abdülmuttalib’in dayısı ve yaşlı bir zat olan Huzeyfe’nin; “Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakkında hüküm vermek üzere şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın.” diyerek Benî Şeybe kapısını işâret etti. Oradakiler bu teklifi kabûl edip, Benî Şeybe kapısına bakarak ilk girecek ve işin en nâzik ânında bu işi halledecek kimseyi beklemeye başladılar. Nihâyet kapıdan, doğruluğunu, üstün ahlâkını son derece takdir ettikleri ve El-Emîn (her zaman güvenilir) dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. “İşte El-Emîn! O’nun hükmüne râzıyız.” dediler. Durum Muhammed aleyhisselâma anlatılınca bir örtü istedi. Hacer-ül-esved’i örtü üzerine koyup “Her kabîleden bir kişi bir ucundan tutsun.” dedi. Taşı konulacağı yere kadar kaldırttı. Sonra da kendisi taşı kucaklayıp yerine koydu. Mekke’de çıkmak üzere olan büyük bir harbin böylece önlendiğini gören kabîleler, O’nun bu hareketinden çok memnun oldular. Sonra da yarım kalan duvarları yapıp tamamladılar.
Peygamberliği
Muhammed aleyhisselâm Peygamberlik vazîfesinin mesuliyetini düşünerek büyük bir ürperti ve heyecanla Hira Dağındaki mağaradan çıkıp aşağıya inmeye başladı. Dağın ortasına geldiği sırada bir ses duydu. Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed, Sen Allah’ın resûlüsün; ben de Cibril’im.” diyordu. Cebrâil’in sesini duyduğu gibi kendisini de gördü. Cebrâil aleyhisselâm burada Peygamberimize abdest almasını gösterdi. Peygamber efendimiz evine dönünceye kadar yanından geçtiği her taşın, her ağacın «Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah» dediğini işitiyordu. Bundan sonra evine gelip; “Beni örtünüz.” buyurarak ürpermesi geçinceye kadar bir miktar yattı. Biraz istirâhat ettikten sonra gördüklerini hazret-i Hadîce’ye anlattı. O da; “Biliyorum ki sen doğru sözlüsün… Emânete riâyet edersin… Güzel huylu ve iyi ahlâklısın… Senin bu ümmetin peygamberi olacağını umarım…” dedi. Sonra bu durumu sormak üzere Varaka bin Nevfel’e gittiler. İbraniceyi bilen, çok kitap okumuş ve dinler hakkında bilgi sâhibi olan Varaka bin Nevfel’e durumu anlattılar. Varaka Muhammed aleyhisselâmın anlattıklarını dinledikten sonra; «Müjde yâ Muhammed! Allah’a yemin ederim ki sen Îsâ’nın (aleyhisselâm) haber verdiği son peygambersin!Sana görünen melek, senden evvel Mûsâ’ya (aleyhisselâm) gelen Cebrail’dir. Ah! ne olurdu!Genç olaydım. Seni Mekke’den çıkardıkları zamâna yetişeydim de sana yardım etseydim.» dedi.
İlk vahyin gelmesiyle peygamberliği duyulmaya başlayan Muhammed aleyhisselâmın tebliğinin 13 senesi Mekke, 10 senesi de Medîne’de geçti.
Mekke devri
Muhammed aleyhisselâm, “ümmî” idi. Yâni kitap okumamış, yazı yazmamış, kimseden ders görmemişti. Mekke’de doğup büyüyüp, belli kimseler arasında yetişip, seyâhat etmemişken, Tevrat’ta ve İncil’de, Yunan ve Roma devirlerinde yazılmış kitaplarda bulunan bilgilerden, hâdiselerden haber verdi. İslâmiyeti bildirmek için, hicretin altıncı senesinde Rum, İran ve Habeş hükümdârlarına ve diğer Arap pâdişahlarına mektuplar gönderdi. Hizmetine altmıştan ziyâde yabancı elçi gelmiştir. Bu husûsu Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle bildiriyor: “Sen bu Kur’ân-ı kerîm gelmeden önce, bir kitap okumadın. Yazı yazmadın. Okur yazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi.” (Ankebut sûresi: 48). Hadîs-i şerîfte de; “Ben ümmî peygamber Muhammed’im… Benden sonra peygamber yoktur.” buyruldu. Yine Kur’ân-ı kerîm’de şöyle buyrulmaktadır:
O (Muhammed aleyhisselâm) kendiliğinden konuşmamaktadır. O’nun sözleri, O’na bir vahy ile bildirilmekte, öğretilmektedir. (Necm sûresi: 3-4)
Bir müddet sonra; “Yakın akrabânı Allah’ın azâbı ile korkutarak, onları hak dîne çağır.” âyet-i kerîmesi gelince, Muhammed aleyhisselâm akrabâsını dîne dâvet etmek üzere hazret-i Ali vâsıtasıyla onları Ebû Tâlib’in evine çağırdı. Önlerine, bir kişiye yetecek kadar bir tabak yemek ve bir tas süt koydu. Önce kendisi besmele ile başlayıp, gelen akrabâsını buyur etti. Gelenler kırk kişi kadar olmasına rağmen o yemek ve süt Muhammed aleyhisselâmın mûcizesi olarak hepsini doyurdu ve hiç eksilmedi. Gelenler bu mûcize karşısında şaşıp kalmışlardı. Yemekten sonra Muhammed aleyhisselâm, akrabâlarınıİslâma dâvet etmek için söze başlamak üzereyken amcası Ebû Leheb düşmanlık ederek; “Biz bugünkü gibi bir sihir görmedik. Akrabânız sizi bir sihirle büyüledi.” dedi. Sözlerine hakâretle devâm edince, dâvetliler dağıldılar.
Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra akrabâsını tekrar dâvet etti. Ali radıyallahü anh yine hepsini çağırdı. Önceki gibi yine önlerine yemek kondu. Muhammed aleyhisselâm yemekten sonra ayağa kalkıp; “Hamd, yalnız Allah’a mahsustur. Yardımı ancak O’ndan isterim. O’na inanır, O’na dayanarım. Şüphesiz bilir ve bildiririm ki Allah’tan başka tanrı yoktur. O birdir, O’nun eşi ve ortağı yoktur.” dedikten sonra sözlerine şöyle devâm etti: “Size aslâ yalan söylemiyorum ve doğruyu bildiriyorum… Sizi bir olan ve O’ndan başka ilâh olmayan Allah’a îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben O’nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi, öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltileceksiniz ve bütün yaptıklarınızdan hesâba çekileceksiniz. İyiliklerinizin karşılığında mükâfât, kötülüklerinizin karşılığında da cezâ göreceksiniz. Bunlar da ya Cennet’te ebedî kalmak veya Cehennem’de ebedî kalmaktır. İnsanlardan, âhiret azâbı ile ilk korkuttuğum kimseler sizlersiniz.”
Ebû Tâlib bu sözleri dinledikten sonra; “Sen emrolunduğun şeye devâm et! Seni korumaktan geri durmayacağım. Fakat eski dînimden ayrılmak husûsunda nefsimi bana boyun eğer bulmadım.” dedi. Ebû Leheb hâriç, orada bulunan diğer amcaları ve akrabâsının hepsi yumuşak konuştular. Fakat Ebû Leheb; “Ey Abdülmuttaliboğulları, başkaları O’nun elini tutup mâni olmadan önce siz O’na mâni olun!” gibi daha birçok çirkin sözler söyledi. Onun bu sözleri üzerine Muhammed aleyhisselâmın halası, Ebû Leheb’e; “Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve O’nun dînini yardımsız bırakmak sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan bilginler, Abdülmuttalib’in soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar. İşte O peygamber, budur!” dedi. Ebû Leheb, bu sözler karşısında çirkin konuşmalarına devâm edince, Ebû Tâlib, kızarak; “Ey korkak!Vallahi biz sağ oldukça, O’na yardımcı ve koruyucuyuz!” dedi. Muhammed aleyhisselâma da; “Ey kardeşimin oğlu! İnsanları Rabbine îmâna dâvet etmek istediğin zamânı bilelim, silâhlanıp seninle birlikte ortaya çıkarız!” dedi. Sonra Muhammed aleyhisselâm tekrar söze başlayıp; “Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğim, dünyâ ve âhiretiniz için hayırlı olan şeyden (yâni bu dinden) daha üstününü ve daha hayırlısını kavmine getirmiş bir kimse yoktur. Ben sizi dile kolay gelen, mîzanda ağır basan iki kelimeyi söylemeye dâvet ediyorum ki o da: Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim O’nun kulu ve resûlü olduğuma şehâdet etmenizdir. Allahü teâlâ sizi buna dâvet etmemi emretti.” buyurup; “O halde hanginiz benim bu dâvetimi kabul eder ve bu yolda yardımcım olur?” dedi.
Kimseden ses çıkmadı, başlarını önlerine eğdiler. Muhammed aleyhisselâm bu sözlerini üç defâ tekrarladı. Her söyleyişinde hazret-i Ali ayağa kalkıp; “Yâ Resûlallah, her ne kadar bunların yaşça en küçüğü isem de sana ben yardımcı olurum!” dedi. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm hazret-i Ali’nin elinden tuttu. Diğerleriyse hayret içinde ve alaylı alaylı gülerek dağıldılar.
Peygamberliğin dördüncü yılında: “Sana emrolunan şeyi açıkla, baş ağrıtırcasına anlat, müşriklere aldırma.” (Hicr sûresi: 4) meâlindeki ilâhî emir gelince, Mekkelileri açıktan açığa İslâma dâvet etmeye başladı. Vahyolunan âyetleri açıkça okuyor ve herkese, hak din olan İslâmı kabul etmelerini söylüyordu. İlk sıralarda îmân edenler az oldu. Îmân etmeyenler de önce O’ndan alâkalarını kesmediler. Allahü teâlâya ibâdet edilmesini emreden âyetler gelince, bunları işiten Kureyş kavmi Muhammed aleyhisselâmın doğru sözlü ve yüksek ahlâk sâhibi olduğunu bildikleri halde O’ndan yüz çevirdiler ve düşman kesildiler.
Muhammed aleyhisselâm insanların bu inkarcı tutumu karşısında onları dâimâ îmâna dâvet ediyordu ve Mekkelilerden bir kısmı îmânla şerefleniyordu. Yine bir gün Safâ Tepesi üzerine çıktı. Yüksek ve gür bir sedâ ile; “Ey Kureyş topluluğu buraya geliniz, toplanınız, size mühim bir haberim var.” diye seslendi. Bunun üzerine kabîleler merakla koşup orada toplandılar. Hayretle bakmaya, merakla beklemeye başladılar. “Ey Muhammed-ül emîn! Bizi buraya niçin topladın, neyi haber vereceksin?” diye sordular. Muhammed aleyhisselâm; “Ey Kureyş kabîleleri!” hitâbıyla konuşmaya başlayınca herkes büyük bir dikkatle dinlemeye başladı. Onlara; “Benimle sizin hâliniz, düşmanı görünce, âilesine haber vermek üzere koşan ve düşmanın kendisinden önce âilesine ulaşıp zarar vermesinden korkarak; “Yâ sabâhâh (ey topluluklar).” diye haykıran bir kimsenin hâline benzer. Ey Kureyş topluluğu ben size şu dağın ardında bir düşman ordusu var, üzerinize hücûm etmek üzeredir desem bana inanır mısınız?” dedi. “Evet inanırız, çünkü sende şimdiye kadar doğruluktan başka bir şey görmedik. Senin yalan söylediğini hiç görmedik!” dediler.
Muhammed aleyhisselâm bu umûmî hitaptan sonra, bütün Kureyş kabîlelerinin ismini; “Ey Haşimoğulları! Ey Abdümenâfoğulları! Ey Abdülmuttaliboğulları!…” şeklinde sayarak; “Ben size önümüzdeki şiddetli azâbın bildiricisiyim. Allahü teâlâ bana; “En yakın akrabâlarını âhiret azâbı ile korkut!” emrini verdi. Sizi Lâ ilâhe illallah vahdehû lâ şerike leh (Allah birdir, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur) diyerek îmân etmeye dâvet ediyorum. Ben de O’nun kulu ve resûlüyüm. Eğer buna îmân ederseniz Cennet’e gideceksiniz. Siz Lâ ilâhe illallah demedikçe ben size ne dünyâda bir fâide, ne de âhirette bir nasip sağlayabilirim!” dedi. Dinleyen kabîleler arasından Ebû Leheb; “Bizi buraya bunun için mi topladın?” diyerek, yerden aldığı taşı Muhammed aleyhisselâma attı. Diğerlerinden o anda böyle bir muhâlefet gelmedi. Aralarında konuşarak dağıldılar. Ebû Leheb’in gösterdiği inkâr ve düşmanlık üzerine daha sonra; “Ebû Leheb’in elleri kurusun, zâten kurudu…” diye başlayan Tebbet sûresi nâzil oldu.
Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderilip, insanları açıkça İslâma dâvet etmesi emredildiği zaman, bütün insanlık âlemi dînî, rûhî, içtimâî ve siyâsî bakımlardan yaygın bir karanlık, tam bir câhiliyyet, taşkınlık, azgınlık ve sapıklık içerisinde bulunmakta idi. O zaman dünyâ üzerinde göze çarpan belli başlı devletlerden Bizans, İran, Mısır, Hindistan, İskenderiye, Mezopotamya, Çin ve benzerlerinde yaşayan insanlar inançsızlığın veya bâtıl inançların içinde çırpınan ve ne yaptığını bilmeyen azgınlar hâline gelmişti. Âlem öylesine kararmış ve zulmet öyle kesifleşmişti ki insanlar; her şeyin yaratıcısı olan Allah’a îmân ve ibâdet etmek yerine, kâinatta cereyan eden hâdiselere veAllahü teâlânın yarattığı eşyâya tapıyorlardı. Zavallı insanlık yıldızlara, ateşe, elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan putlara “ilâh” diye secde ediyordu… Sınıflara ayrılan insanlardan kuvvetliler zayıfları korkunç bir tahakkümle eziyordu.
Dünyâ üzerinde siyasî, coğrafî ve ticârî bakımdan mühim bir yer tutan Arabistan’da da durum diğer yerlerden farksızdı. O zaman Arabistan’da insanlar inanç bakımından bâzı değişiklikler gösteriyordu. Bir kısmı tamâmen inançsız ve dünyâ hayâtından başka bir şey kabul etmiyordu. Bir kısmı ise Allah’a ve âhiret gününe inanıyor, fakat insandan bir peygamberin geleceğini kabul etmiyordu. Bir kısmı da Allah’a inanıyor âhirete inanmıyordu. Diğer büyük bir kısmı da Allah’a şirk koşarak putlara tapıyordu. Müşriklerin herbirinin evinde bir put bulunuyordu. Kâbe’ye de 360 put konulmuştu. Bütün bunlardan başka İbrâhim’in (aleyhisselâm) bildirdiği din üzere olan ve “Hanîfler” denilen ve putlardan uzak duran kimseler de vardı.
Cahiliyye devri denilen bu zamanda Arabistan’da insanlar genellikle göçebe hayâtı yaşıyorlardı ve kabîlelere bölünmüşlerdi. Devamlı çekişme hâlinde bulunan bu kabîleler, baskın ve yağmacılığı âdetâ kendileri için bir geçim vâsıtası kabul etmişlerdi. Aralarında zulmün ve yağmacılığın yaygınlaştığı kabîlelerden meydana gelen Arabistan’da siyâsî bir nizam, içtimâî bir düzen de yoktu. Yine bu sırada, dünyânın diğer yerlerinde olduğu gibi, Arabistan’da da ahlâksızlık son haddine ulaşmıştı. İçki, kumar, zinâ, hırsızlık, zulüm, yalan ve ahlâksızlık nâmına ne varsa alabildiğine yaygınlaşmıştı. Zulme, güçlünün güçsüze karşı kullandığı en amansız ve tüyler ürpertici bir vâsıta olarak başvuruluyor, kadın basit bir mal gibi alınıp satılıyordu. Bir kısmı da kız çocuklarının doğmasını bir felâket ve yüz karası sayıyorlardı. Bu korkunç telakkî o dereceye çıkmıştı ki, küçük kız çocuklarını, kumlar üzerinde açtıkları çukurlara diri diri yatırıp; “Babacığım! Babacığım!” diyerek boyunlarına sarılmalarına ve acı acı feryâd etmelerine hiç kulak asmadan üzerlerini toprakla kapatarak ölüme terk etmekte en ufak bir vicdan azâbı duymuyorlardı. Netîce îtibâriyle o zamânın insanları arasında şefkat, merhamet, iyilik ve adâlet gibi güzel hasletler yok olmuş gibiydi.
Korkunç bir câhiliyye devri yaşayan Araplar arasında dikkate değer bir husus vardı. O da; edebiyâtın, belâgatın ve fesâhatın yaygınlaşarak zirveye ulaşmış olmasıydı. Şâire ve şiire çok önem verirler, bunu büyük bir iftihâr vesilesi sayarlardı. Güçlü bir şâir kendisi ve kabîlesi için îtibâr sağlardı. Belirli zamanlarda panayırlar kurulur. Şiir ve hitâbet yarışmaları açılırdı. Birinci gelenlerin şiirleri veya hitâbeleri Kâbe duvarına asılırdı. Câhiliyye devrindeki Kâbe duvarına asılan en meşhur şiirlere «Muallakat-ı Seb’a» (yedi askı) denilmiştir. Kur’ân-ı kerîm âyetleri inmeye başlayınca O’ndaki eşsiz belâgatı gören nice kimseler de bu sebeple Müslüman oldu.
Muhammed aleyhisselâmın insanlara ebedî saâdeti, sonsuz kurtuluşu bildirmek, onları dalâletten hidâyete kavuşturmak üzere peygamber olarak gönderildiği sırada câhiliyye devri yaşayan Mekkeliler, îmân etmeye dâvet edilince, önceleri ilgisiz davrandı. Sonra açıkça düşmanlık göstermeye başladılar. Müşriklerin bu düşmanlıkları önce alay tarzında olup, sonra hakâret şekline, daha sonra işkence safhasına girdi. Bunlardan sonra ticârî ve diğer bütün münâsebetleri kesme ve şiddet gösterme devresi başladı.
Müşriklerden bilhassa azılı beş kişi, SevgiliPeygamberimiz Muhammed aleyhisselâmı çok üzüp alay ediyorlardı. Bunlar arasında, Âs bin Vâil, Esved bin Muttalib, Esved bin Abdi Yagves, Velîd bin Mugîre ve Hâris bin Kays vardı. Bir defâsında Peygamber efendimiz Kâbe’nin yanında otururken, Cebrâil aleyhisselâm da gelmişti. Müşriklerden bu beş kişi önlerinden geçerken Cebrâil aleyhisselâm, Âs bin Vâil’in ayağının tabanına, Esved bin Muttalib’in gözüne, Esved bin Abdi Yagves’in başına, Velîd bin Mugîre’nin inciğine, Hâris’in karnına birer işâret koydu ve; “Yâ Muhammed! Allahü teâlâ bunların şerrinden seni halâs eyledi. Yakında bunların her biri bir belâya uğrayıp helâk olacaklardır.” dedi. Bu beş müşrikten Âs bin Vâil bir gün merkebe binmişti. Mekke’nin dışında bir yerde merkebinden inince ayağına diken battı. Dikenin battığı yer şişti ne kadar ilâç yapıldı ise çâre bulamadılar. Nihâyet ayağı deve boynu gibi şişip; “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü.” diye feryâd ede ede öldü. Esved bin Muttalib, Mekke’nin dışında bir ağaç altında otururken birden bire gözleri kör oldu. Cebrâil aleyhisselâm da başını tutup altına oturduğu ağaca çarparak helâk etti. Esved bin AbdiYagves de Mekke’den çıkıp Bad-ı Semûm denilen yere gitmişti. Buradayken yüzü ve gövdesi simsiyah oldu. Evine gelip kapısını çalınca âilesi onu tanıyamadı ve içeri almadı. Kahrından başını evinin kapısına vura vura öldü. Hâris bin Kays da tuzlu balık yemişti. Öyle bir harârete tutuldu ki ne kadar su içtiyse kanmadı. Su içe içe çatladı. Velîd bin Mugîre’nin ise baldırına bir okçu dükkânı önünde demir parçası battı. Yarasından çok kan aktı ve; “Muhammed’in Allah’ı beni öldürdü.” diye feryâd ederek öldü.
Müşriklerin zulüm ve baskıyı arttırması üzerine Muhammed aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâmdan Erkam bin Ebil Erkam’ın evini emniyetli bir yer olarak seçti. Dar bir sokak içinde, Safâ Tepesinin doğusunda bulunan bu ev giriş çıkış için ve gelip gidenleri kontrol etmeye elverişli bir yerdi. Peygamber efendimiz İslâmiyeti burada anlatıyor ve Müslümanlar oraya toplanıyordu. Birçok Mekkeli bu evde Müslüman oldu. Bir merkez olarak seçilen bu eve “Darü’l-İslâm” adı verildi.
İnsanları ebedî saâdete kavuşturmak için ve rahmet olarak gönderilen Muhammed aleyhisselâm, Mekke’de câhiliyye devri yaşamakta olan insanları açıkça İslâma çağırdı. Hakîkî kurtuluşun Allahü teâlâya îmân etmekte, nefse uymaktan, zulümden, haksızlıktan ve bütün çirkin işlerden uzaklaşmakta olduğunu bildirince, nefslerinin isteklerine, şehvetlerine uyanlar, zayıfları ezenler ve iyice azgınlaşmış olanlar bütün bu bozuk işlerine son verileceğini görerek Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerini inkâr ettiler ve O’na düşman kesildiler. Bir kısmı da kendileri gibi âciz ve fânî insanların ayıplamalarından sakınarak îmân etmediler. Nefislerine, şeytana ve şehvetlerine uyarak saâdetten mahrum kaldılar.
Muhammed aleyhisselâmın bildirdiklerine îmân etmeyen ve O’na düşmanlık gösteren müşrikler, önce alay etmeye başladılar. Bir araya toplanıp O’na; kâhin, mecnûn, şâir, deli, sihirbâz diyelim şeklinde karar almak istediklerinde, bunların hiçbirinin Muhammed, aleyhisselâmda bulunmadığını yine kendileri îtirâf ediyorlardı. O’na bir şeyler söylemek için toplandıklarında müşriklerden Velid bin Mugîre şöyle diyordu: “Hayır o kâhin değildir. Biz, kâhinleri gördük. O’nun okuduğu ne kâhin fısıltısı, ne de uydurma şeylerdir. Kâhinler hem doğru hem yalan söyler. Biz Muhammed’de hiçbir yalan görmedik. O mecnun, deli de değildir. Deliliğin ne olduğunu biliriz, O’nda böyle bir hal yoktur. O şâir de değildir. Biz şiirin her çeşidini iyi biliriz. O’nun okudukları bunlardan hiçbirine benzemez. O, sihirbâz da değil! Biz sihirbâzları gördük. O’nun okudukları sihirbâzların okuyup üfürmelerine ve düğümleyip bağlamalarına hiç benzemiyor.”
Çeşitli hilelerle ve zulümle insanların îmân etmesine mâni olmaya kalkışan müşriklerin ileri gelenleri, insanları Muhammed aleyhisselâmın okuduğu âyetleri dinlemekten men ederlerdi. Kendileriyse geceleri gizlice Muhammed aleyhisselâmın bulunduğu evin yanına gelerek bir köşeye saklanıp dinlerlerdi. Sabah olup ortalık aydınlanmaya başlayınca, birbirinden habersiz gece Kur’ân-ı kerîm’i dinlemeye geldiklerini gören müşriklerin ileri gelenleri birbirlerini ayıplarlar bir daha böyle yapmayalım derlerdi. Ancak ertesi gece yine birbirinden habersiz gidip bir köşeye saklanarak tekrar dinlerlerdi. Sabah olunca da birbirlerini görüp şaşırırlardı. Bir daha böyle yapmamak üzere yemin ederek ayrılırlar, fakat bundan vazgeçemezlerdi. Ancak nefislerine uyup, üstünlük taslayarak ve diğer müşriklerin kendilerini ayıplamalarından çekinerek ve daha birçok boş düşüncelere kapılarak îmân etmediler. Üstelik başkalarına da mâni oldular. Sokaklarda, “Muhammed sihirbâz.” diye bağırdılar.
İslâm nûrunun günden güne yayılması üzerine iyice azgınlaşan müşrikler, artık alay etmekten de öteye, Müslümanlara işkence yapmaya başladılar. Muhammed aleyhisselâmın kapısının önüne pislik dökmeye, kapısına kan sürmeye, geçeceği yollara diken dökmeye başladılar. Sevgili Peygamberimiz, Mekke’ye dışardan gelenlere İslâmı anlatarak dâvet ederken, peşinde dolaşıp; “Yalan söylüyor, inanmayın.” diyerek taşkınlık gösterirlerdi. İlk Müslüman olanlardan, önce zayıf ve kimsesizlere sonra da hepsine ağır işkenceler yapmaya başladılar. Bütün bunlarla insanların îmân etmelerine engel olamadıklarını aksine, İslâmın günden güne yayıldığını gören müşrikler her yola başvurdular.
Menfaatleri sebebiyle putlara tapan ve İslâmiyetin, zulümlerine, haksızlık ve ahlâksızlıklarına kesinlikle son vereceğini gören müşrikler, buna mâni olmak için ilk safhada başvurdukları şeylerin sonuç vermediğini gördüler. Hattâ ileri gelenleri toplanıp Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib’e giderek; “Ey Ebû Tâlib! Biz senden kardeşinin oğlunu susturmanı, O’na engel olmanı istiyoruz. Ya O’nu bildirdiği şeylerden vazgeçirirsin veya iki taraftan birisi yok oluncaya kadar O’nunla da seninle de çarpışırız… Bundan vazgeçsin ne isterse vereceğiz…” dediler. Ebû Tâlib, müşriklerin söylediklerini Muhammed aleyhisselâma nakletti. Bunun üzerine Muhammed aleyhisselâm; “Ey amca! Şunu bil ki, güneşi sağ, ay’ı da sol elime verseler (her ne vâd ederlerse etsinler) ben aslâ bu dinden ve onu insanlara tebliğ etmekten, bildirmekten vazgeçmem. Ya Allahü teâlâ bu dîni bütün cihâna yayar, vazifem biter veya bu yolda cânımı fedâ ederim.” dedi. Bu sözleri dinleyen Ebû Tâlib Sevgili Peygamberimizin boynuna sarılarak; “İşine devam et, istediğini yap! Vallahi, seni aslâ herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim…” dedi. Ebû Tâlib’in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve aslâ yalnız bırakmayacağını anlayan müşrikler, bundan da bir netice alamadıklarını görerek bizzat Muhammed aleyhisselâmı çağırıp şöyle dediler: “Eğer mal toplamak istiyorsan sana istediğin kadar verelim. Hükümdâr olmak istiyorsan seni kendimize hükümdâr yapalım. Daha her ne istiyorsan yapalım, verelim. Yeter ki bu dâvâdan vazgeç.” Peygamber efendimiz müşriklere şöyle cevap verdi: “Sizin söylediğiniz şeylerin hiçbirisi bende yoktur. Ben, size mallarınızı istemek, içinizde şeref ve şan kazanmak, üzerinize hükümdâr olmak için gelmedim. Fakat Allah, beni size peygamber olarak gönderdi. Bana bir kitap da indirdi. Îmân ederseniz Cennet’le müjdeleyici, isyânınızdan dolayı da azâbla korkutucu olmamı Allah bana emretti. Ben de Rabbimin bana vahyettiklerini size tebliğ ettim. Size öğüt de verdim. Size getirip tebliğ ettiğim şeyi alır, kabul ederseniz o, dünyâda ve âhirette nasîbiniz ve saâdetiniz olur. Onu reddederseniz Yüce Allah aramızda hükmü verinceye kadar tebliğ etmek, sabretmek ve buna katlanmak benim vazîfemdir.”
İnkârlarında ısrâr eden müşrikler bu teşebbüslerinden de netice alamayınca işi zulüm ve işkence safhasına döktüler. Muhammed aleyhisselâma kastetmeye karar verdiler. Başları Ebû Cehil şöyle dedi: “Yarın kaldırabileceğim kadar kocaman bir taşı alıp, O secdeye kapandığı zaman başının üzerine bırakacağım.” Diğer müşrikler de; “Sen istediğini yap seni destekleyeceğiz” dediler. Ertesi günü beklediler ve Muhammed aleyhisselâm Kâbe’ye gelerek namaza durdu. Secdeye vardığı sırada Ebû Cehil kocaman bir taşı alıp yanına yaklaştı. Fakat yaklaşır yaklaşmaz, büyük bir korkuyla, perişân bir halde, geri kaçtı. Ellerinin canı kesildi ve taş yere düştü. Bu hâli gören ve merakla seyreden müşrikler; “Ne oldu sana?” dediklerinde Ebû Cehil; “Bir benzerini görmediğim zaptedilmez bir arslan beni parçalamak üzere üstüme yürüdü.” dedi. Ebû Cehil birkaç kere böyle yapmak istemişse de aynı durumla karşılaşmıştı.
Bu ve buna benzer mûcizeleri görenlerden bir kısmı îmân ediyor, bir kısmı da düşmanlıkta ısrar ediyordu. Bundan başka müşriklerin Muhammed aleyhisselâma saldırdıkları, bâzan da mübârek yüzünü, başını yaraladıkları oluyordu. Diğer taraftan Müslüman olanlara yaptıkları işkenceler görülmemiş bir vahşet hâlini almıştı. Yapılan işkencelere dayanamayarak vefât eden Yâsir radıyallahü anh ve Ebû Cehil tarafından karnına mızrak saplanarak şehit edilen Yâsir’in (radıyallahü anh) hanımı Sümeyye Hâtun İslâmda ilk şehitler oldular.
Peygamber efendimiz ilk Müslümanların ağır işkencelere uğramaları ve zulüm altında zor duruma düşmeleri üzerine “Siz Habeş ülkesine gidiniz, Allah sizi orada ferahlığa kavuşturur ve sizi yine toplar.” buyurdu. Bi’setin (Peygamberliğin) beşinci yılında (M. 615) Eshâb-ı kirâmdan 10’u erkek, 5’i kadın olmak üzere 15 kişilik bir kâfile Mekke’den Habeşistan’a hicret ettiler. Bi’setin altıncı yılında Hamza’nın, sonra da hazret-i Ömer’in îmân etmesi üzerine Müslümanların durumu bir miktar kuvvetlendi.
Habeşistan’a hicret eden ilk kâfilenin, hükümdâr Necâşî tarafından iyi karşılanması üzerine, Peygamberimiz, müşriklerin baskı ve işkencelerine mâruz kalan Müslümanlardan ikinci bir kâfileyi de bi’setin yedinci yılında (M.617) Habeşistan’a gönderdi. 80’i erkek, 10’u kadından meydana gelen bu kâfile de Habeşistan’a hicret etti. Bu arada İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her yola başvuran müşrikler, Peygamber efendimize çeşitli şeyler soruyorlar, nâzil olan âyetler okundukça aldıkları cevaplar ve gördükleri mûcizeler karşısında şaşırıyorlardı.
Her şeye rağmen Müslümanların sayısı artıyordu. Bunu engellemek için çeşitli yollar deneyen müşrikler, Müslümanları muhâsara altına almaya, başta ticârî olmak üzere onlarla olan bütün münâsebetlerini kesmek üzere karar aldılar. Müslümanlara hiçbir şey satmamaya ve onlardan hiçbir şey satın almamaya yemin ettiler. Bu anlaşmalarını bir kâğıda da yazarak Kâbe içine astılar. Müslümanlar ise Şi’b-i Ebî Tâlib (Ebû Tâlib mahallesi) denilen yerde toplanmışlardı. Müşrikler bu mahalleye yiyecek, içecek dâhil hiçbir şey sokmuyorlardı. Oradan, birşey satın almak üzere çıkmak isteyene ve oraya yiyecek içecek satmak için gitmek isteyen hiçbir satıcıya fırsat vermiyorlardı. Bu mahallede muhâsara altına alınan Müslümanlar ise dışardan fazla bir şey satın alamadıkları için şiddetli kıtlıkla karşı karşıya kalmışlardı. Sâdece hac mevsiminde dışarı çıkabiliyorlardı. Ancak Mekke’ye gelen tüccarlardan bir şey satın almak istediklerinde müşrikler, tüccarlardan, fiyatlarını çok yüksek tutmalarını istiyorlardı. Bu sebeple Müslümanlar fazla bir şey satın alamıyorlardı. Bâzıları yiyecek bulamadıkları için ağaç yaprakları ile açlıklarını gidermeye çalışıyor, küçük çocuklar açlıktan feryad ediyordu. Müslümanlar içinde zengin olanlar sıkıntıya düşenlerin ihtiyâcını karşılamak için bütün mallarını harcamışlardı. Ancak bu da kâfi gelmemişti.
Üç sene boyunca devâm ettirdikleri bu zulümle Müslümanlara iyi bir ders verdiklerini zannedip İslâmiyetin yayılmasının duracağını ümid eden müşrikler, İslâmın hızla yayıldığını görerek iyice çıldırdılar. Allahü teâlâ, müşriklerin anlaşmalarını yazarak Kâbe içine astıkları sahîfeye bir güve kurdu musallat etti. Güve, o sahîfede bulunan; “Bismike Allahümme” ibâresi hâriç diğer kısmını tamâmen yiyip bitirdi. Bu husus Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) vahiyle bildirildi. Muhammed aleyhisselâm bu durumu amcası Ebû Tâlib’e bildirince, Ebû Tâlib müşriklere gidip; “Kardeşimin oğlunun bana haber verdiğine göre, Allah sizin Kâbe’de astığınız sahîfeye bir kurt musallat etmiş ve (Allah) lafzı hâriç o sahîfede zulüm, akrabâlarla münâsebeti kesme ve iftirâ olarak yazılı diğer kısmı yiyip bitirmiştir. Kâbe’ye gidip bakınız. Bu zulüm ve kötü davranışınızdan vazgeçiniz.” dedi. Kâbe’ye gidip astıkları sahifeyi gerçekten bir güve kurdunun yiyip bitirdiğini gördüler. Bu hâdise karşısında şaşıran müşrikler bâzı ileri gelen kimselerin de böyle bir uygulamadan vaz geçtiklerini bildirmeleri üzerine bi’setin onuncu yılında bundan tamâmen vazgeçmek zorunda kaldılar. Fakat düşmanlıklarını günden güne şiddetlendirip, İslâmiyetin yayılmasına mâni olmak için her türlü yola başvurdular. Halbuki İslâmiyet süratle yayılıyor, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm câhiliyye devrinin zulmetinde bunalan insanları hakîkî saâdete kavuşturuyordu. Bu saâdetle şereflenen insanlar da kavuştukları büyük nimete şükrediyorlar, müşriklerin hakâret ve işkenceleri karşısında aslâ yılmıyorlardı. Muhammed aleyhisselâmın mûcizelerini ve Müslümanların dinlerindeki sebâtını gören nice gönüller İslâm nûru ile aydınlanıyordu.
Müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları üç senelik abluka sona erince Habeşistan’dan yirmi kişi kadar Hıristiyan Ruhban Mekke’ye geldi. Bunlar daha önce Habeşistan’a hicret eden Müslümanlardan İslâmiyetle ilgili duydukları şeyleri bizzât mahallinde görmek ve araştırmak üzere Mekke’ye gelmişlerdi. Kâbe yanında Peygamber efendimizle görüşen bu Hıristiyan kâfilesi, Kur’ân âyetlerini dinleyip çok ağladılar. Öyle ki, sakalları gözyaşları ile ıslandı. Sordukları her soruya verilen cevaplar karşısında son derece memnûn kalıp, Sevgili Peygamberimizin kendilerini İslâma dâvet etmesi üzerine büyük bir şevkle sevinç gözyaşları dökerek Müslüman oldular. Bu hâllerini görerek kendilerine çeşitli hakârette bulunan Ebû Cehil’e ve diğer müşriklere aslâ aldırış etmediler; “Bize yaptığınız câhilliği biz size yapamayız ve bize nasîb olan hak dinden aslâ dönmeyiz.” dediler.
Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğinin onuncu yılında büyük oğlu Kâsım ve bir müddet sonra da diğer oğlu Abdullah, küçük yaşta, vefât ettiler. Yine bi’setin onuncu yılında Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib ve ondan birkaç gün sonra da hanımı hazret-i Hadîce vefât etti. Ard arda ortaya çıkan bu ölüm hâdiselerinden dolayı bu seneye Senet-ül hüzün (hüzün yılı) denildi. Bu vefât hâdiselerine çok sevinen müşrikler, sevgili Peygamberimiz ve Müslümanlara karşı öncekinden daha şiddetli davranmaya başladılar. Ebû Tâlib hayattayken onun himâyesinden çekinen müşrikler, o vefât edince, Muhammed aleyhisselâma ve Müslümanlara yaptıkları tecâvüzleri kat kat arttırdılar.
Mekke ahâlisi îmân etmiyor ve Müslümanlara çok sıkıntı veriyordu. İşkenceyi arttırıp, işi azdırmışlardı. Resûlullah çok üzüldü. Hicretten bir yıl önce, elli iki yaşında idi. Zeyd bin Hârise’yi alarak Tâif’e gitti. Tâif halkına bir ay nasîhat eyledi. Kimse îmân etmediği gibi alay ettiler, işkence yaptılar, yuhaladılar. Çocuklar taşa tuttular. Üzüntülü ve yorgun bir şekilde geri dönerken mübârek bacakları yaralandı. Zeyd’in başı kan içinde kaldı. Çok sıcak bir saatte, yol kenarında, bitkin hâlde istirâhat edip yaralarını, kanlarını sildiler. Muhammed aleyhisselâm daha sonra Mekke’ye doğru gitmekte iken, başının üzerinde kendisini gölgeleyen bir bulutu ve biraz sonra da Cebrâil aleyhisselamı gördü. Cebrâil aleyhisselâm; “Yâ Muhammed, şüphesiz ki, Allahü teâlâ kavminin sana ne söylediklerini işitti. (Bir melek göstererek) Şu melek, Allahü teâlânın dağları emrine verdiği melektir. Kavmin hakkında ne dilersen ona emredebilirsin.” dedi. Dağlara müvekkil melek (Mekke’nin iki tarafında bulunan Ebû Kubeys ve Kuaykıan dağlarını göstererek); “Yâ Muhammed! Eğer şu iki yalçın dağın Mekkeliler üzerine kapanıp birbirine kavuşmasını istersen, emret, kavuşturayım!” dedi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimiz; “Hayır! Ben insanlara rahmet olarak gönderildim. Allahü teâlânın, bu müşriklerin sulbünden, îmân edecek, Allah’a şirk koşmayacak bir nesil çıkarması için duâ ederim.” buyurdu.
Peygamber efendimiz Tâif’ten Mekke’ye döndüğü sırada Mekke’ye varmadan Nahle adındaki bir yerde bir müddet istirâhat etti. Bu sırada namaza durmuştu. Nusaybin cinlerinden bir grup oradan geçerken O’nun okuduğu Kur’ân âyetlerini duydular ve durup dinlediler. Sonra Peygamber efendimizle görüşüp Müslüman oldular. Muhammed aleyhisselâm onlara; “Kavminize varınca benim îmâna dâvetimi onlara da söyleyin, onları îmânâ dâvet edin.” buyurdu. O cinnîler kavimlerine gidip bunu bildirince, işiten cinnîlerin hepsi îmân ettiler. Bu husus Kur’ân-ı kerîmde Cin sûresinde bildirilmektedir.
Resûl-i ekrem efendimizle Zeyd bin Hârise bu hâdiseden sonra Mekke’ye yürüdüler. Karanlıkta şehre girdiler. Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti. Her taraf düşman idi. Gidecek bir yer yoktu. Doğruca amcası Ebû Tâlib’in kızıümmü Hâni’nin Ebû Tâlib mahallesinde bulunan evine geldi. Ümmü Hâni, o zaman îmân etmemişti.
Resûlullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların îmâna gelmesi, saadete kavuşmaları için duâya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.
O anda, Cebrâil aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın dâveti üzerine Muhammed aleyhisselâmı Mirac’a götürdü. Gökleri aştı, bilinmeyen, anlaşılmayan, anlatılamayan şekilde Cennet’i, Cehennem’i, Arş’ı, Kürsî’yi gördü. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görüp konuştu.
Hicretten bir sene önce 13 Temmuzda Cumâ gecesi vukû bulan bu mûcizeye “Peygamberimizin “Mîrâcı” denir. Resûlullah Mîrâca rûh ve bedeniyle uyanıkken çıktı. “Beden ile gittim.” buyurdu. Peygamber efendimize Mîrâc gecesinde nice ilâhî hakikatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı. Mîrâc Kur’ân-ı kerîm’de İsrâ sûresinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmektedir.
Peygamber efendimiz, müşriklerin şiddetle karşı çıkmalarına ve istememelerine rağmen, bütün güçlüklere ve sıkıntılara katlanarak insanları İslâma dâvet etti. Mekke her yıl hac mevsiminde uzaktan, yakından gelenlerle dolup taşardı. Peygamberimiz bu mevsimde kurulan panayırlara gider, Mekke’ye gelen Arap kabîlelerine İslâmı anlatır ve onları îmâna dâvet ederdi. Müşrikler ise hep mâni olmak için uğraşırlardı.
Peygamber efendimiz bi’setin (peygamberliğin) on birinci yılında hac mevsiminde Mekke’nin yakınında bulunan Akabe’de Medîne’den gelen altı kişiyle karşılaştı, onlarla görüştü. Onlara Kur’ân-ı kerîm okudu ve İslâma dâvet etti. Medîne’deki Hazrec kabîlesinden olan bu altı kişi Peygamberimizi dinledikten sonra hemen îmân ettiler. Bu altı kişi ilk Medîneli Müslümanlardır. Bundan bir sene sonra bi’setin on ikinci yılında yine hac mevsiminde 12 Medîneli, Peygamber efendimizin dâvetini kabûl ederek Müslüman oldular. Allah’a şirk koşmayacaklarına, zinâdan, hırsızlıktan sakınacaklarına, kimseye iftirâ etmeyeceklerine, kız çocuklarını öldürmeyeceklerine, Allah’a ve Resûlüne itâat edeceklerine dâir kesinlikle söz verdiler. Bu hâdiselere ilk Akabe bîatları denilmiştir. Medînelilerin yaptıkları bu bîat büyük bir önem taşıyordu. Peygamberimiz bu bîatlerde bulunanlara İslâmı anlatmak ve Kur’ân-ı kerîm’i öğretmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Mus’ab bin Umeyr’i, muallim olarak onlarla birlikte Medîne’ye gönderdi. Bu sıralarda Medîne’deki Müslümanların sayısı kırka ulaşmıştı. Mus’ab bin Umeyr’in üstün gayretleriyle Medîne’de bulunan Evs ve Hazrec kabîlelerinden hemen hemen Müslüman olmayan kalmamıştı. Az zamanda İslâmiyetMedîne’de yayıldı. Peygamber efendimiz Medîne’deİslâmın bu şekilde süratle yayıldığını haber alınca çok sevinip bu seneye Sevinç Yılı denildi. Bu seneden sonra peygamberliğin on üçüncü senesinde yine hac mevsiminde Medîne’den 73 erkek 2 kadın olmak üzere 75 kişi Akabe’de gece yarısı Sevgili Peygamberimizle görüştüler. Resûlullah efendimiz onlara; “Allah’tan başka ilâh olmadığına, benim O’nun Resûlü olduğuma îmân ederek dînin emirlerini yerine getireceğinize, bana itâat edeceğinize, hiçbir şeyden çekinmeden Allah yolunda Allah için hakkı söyleyeceğinize, kendi nefsinizi ve nâmusunuzu koruduğunuz gibi bana yardımcı olacağınıza söz veriyor musunuz?” buyurdu. Bunu seve seve kabûl ettiklerini bildiren Medîneliler; “Yâ Resûlallah, senin uğrunda ölürsek bize ne var?” diye sordular. “Cennet var.” buyurunca, Resûlullah efendimizin elini tutarak bîat ettiler. Peygamberimiz bunların içinden Medîne’nin ileri gelenlerinden, okuma yazma bilen 12 kişiyi temsilci olarak seçti. Bu temsilciler; “Allah’a hamd olsun ki; bizi Muhammed aleyhisselamın sevgisiyle ve O’na îmân etmekle şereflendirdi. Allah’ın ve Resûlünün dâvetini kabul ettik, dinledik ve boyun eğdik.” diyerek sevinçlerini ve teslimiyetlerini ifâde ettiler.
İkinci Akabe bîatıyla Medîne, Müslümanların rahat edecekleri ve sığınacakları bir yer olmuştu. İkinci Akabe bîatını duyan Mekkeli müşriklerin Müslümanlara tutumları çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hal aldı. Müslümanlar durumlarını arzedip hicret için izin istediler. Peygamber efendimizin; “Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi ve bildirildi. Orası Yesrib (Medîne)dir. Oraya hicret ediniz. Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin. Yüce Allah onları size kardeş yaptı ve Medîne’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt yaptı.” buyurarak Mekke’deki Müslümanların Medîne’ye hicret etmelerine izin vermesi üzerine, bölük bölük Medîne’ye hicret ettiler.
Mekke’de hapsedilen veya işkence altında bulundurulan yâhut da hastalık gibi sebeplerden dolayı yola çıkamayanlar, sevgili Peygamberimiz, hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali’den başka Müslümanlardan kimse kalmayıp Medîne’ye hicret ettiler.
Müslümanların Mekke’den hicret etmesi üzerine müşrikler harekete geçip ne yapacaklarını kararlaştırmak üzere, kendilerince önemli saydıkları işleri görüştükleri Dar’ün-Nedve denilen yerde toplandılar. Bu sırada şeytan Necdli bir ihtiyar kılığında yanlarına geldi. Ebû Cehil; “Muhammed’i öldürelim” deyince; “İşte bu adamın dediğini yapınız” dedi. Bunun üzerine müşrikler bu kararda birleştiler. Her kabîleden birer kişi olmak üzere 40 kişi seçtiler. Bunlar gece vakti evini sarıp sabahleyin evden çıkarken Sevgili Peygamberimizi öldürmek üzere harekete geçtiler. Cebrâil aleyhisselâm gelip Sevgili Peygamberimize bu durumu ve hicret etmesi için izin verildiğini bildirdi. Resûlullah efendimiz o gece hazret-i Ali’ye yatağına yatmasını ve kendisine bırakılan emânetleri sâhiplerine vermek için Mekke’de kalmasını söyledi.
Resûlullah, müşriklerin ellerinde kılıçlarla gece evinin etrâfını sardığı sırada, üzerlerine bir avuç toprak serpti ve Yâsîn sûresinin ilk âyetlerini okuyarak evden çıkıp müşriklerin arasından geçti. Bekleyenlerin hiçbirisi onu göremedi. Ebû Bekr ile Sevr Dağına çıkıp üç gün orada bir mağarada gizlenip sonra Medîne’ye hicret ettiler. O gece evinin etrafında bekleyen müşrikler sabaha doğru eve girince Ali radıyallahü anh ile karşılaştılar. Muhammed aleyhisselâmın Mekke’den ayrıldığını anlayarak tâkibe koyuldular. Ancak Resûlullah’ın mûcizeleri karşısında âciz kalıp bulamadılar.
Peygamber efendimizin bi’setin on üçüncü yılında 12 Rebîulevvel de, Mîlâdi 622 senesinde Medîne’ye hicretiyle on sene süren Medîne devri başladı.
Medîne devri
Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Medîne’ye hicretiyle Müslümanlar için yeni bir devir başlamış oldu. Resûlullah efendimizin Mekke’den Medîne’ye hicret etmekte olduğu işitilince, hâdise Medîne’de büyük bir sevinçle karşılandı. Müslümanlar onu karşılamak için yollara düştüler. Sevgili Peygamberimiz Kubâ’ya gelince orada ilk mescidi yaptırdı. Kubâ’da 10 gün kaldıktan sonra Medîne’ye hareket ettiler. Cumâ günü Rânuna Vâdisinden geçerken öğle olmuştu. Peygamberimiz cumâ namazının farz olduğunu bildirdi ve orada ilk cumâ namazını kıldırdı. Medîne’ye varınca görülmemiş bir sevgi ve tezâhüratla karşılandı.
Hicretin birinci yılında Medîne’de mescid yapıldıktan sonra günde beş vakit ezân okunmaya başlandı. Yine bu sene Peygamber efendimiz hazret-i Ebû Bekr’in kızı hazret-i Âişe ile evlendi.
Her sene hac mevsiminde çevreden Kâbe’deki putlara tapmak için gelen Arap kabîlelerinden kazanç sağlayan müşrikler bu kazancın ellerinden kaçması endişesine kapıldılar. Ayrıca Mekkeli müşriklerin Şam ticâret yolu da Medîne yakınından geçiyordu. Müslümanların bu yolu da kapamasından korkan müşrikler, yeni çâreler arıyorlardı.
Hicretten sonra Medîne’de birleşen Müslümanların karşısında; Mekkeli müşrikler, Medîne’de ve çevresinde bulunan Yahûdîler ve münâfıklar olmak üzere üç çeşit düşmanları vardı. Bu bakımdan tehlike daha çok artmıştı. Böylesine mühim ve tehlikeli bir durum karşısında Peygamber efendimiz tarafından yeni tedbirler alındı. Medîne’de bulunan Evs ve Hazrec kabîleleri arasındaki anlaşmazlıkları düzeltip, onları birbirine dost yaptı. Yahûdî kabîleleriyle de bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre; Yahûdîler kendi dinlerinde serbest kalacak, ancak Medîne’ye dışardan yapılacak her türlü düşman saldırısına karşı Müslümanlarla birlikte vatanlarını müdâfaa edeceklerdi. Yahûdîlerle Müslümanlar arasında bir anlaşmazlık çıkarsa, Resûlullah’ın hakemliğini kabul edeceklerdi. Bundan başka Mekke civârındaki diğer kabîlelerle de sulh antlaşması yapıldı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu kapatıldı. Medîne’de bulunan Müslümanların ilk nüfus sayımı yapıldı. Bin beş yüz civârında bulunan Müslümanlar için nüfus defteri tutuldu.
Sevgili Peygamberimiz Medîne’nin âsâyişini korumak, düşmanların durumunu kontrol etmek için de devriyeler tertipledi. Muhtemel düşman saldırılarına karşı nöbet tutuluyordu. Hazret-i Hamza’nın, hazret-i Ubeyde ibni Hâris’in ve hazret-i Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın komutasında olmak üzere, beş ve dört yüz kişi arasında değişen üç seriyye hazırlanmıştı. Hicretin ikinci yılında cihâda, düşmanla harbe izin verildi. Önce yalnız müdâfaa etmek sûretiyle izin verilmesi üzerine ilk gazâlar yapılmaya başlandı. Medîne devrinde yapılan gazâların sayısı yirmidir. Seriyyeler ise daha fazladır. Cihâda izin verilmesi Kur’ân-ı kerîm’de Hicr sûresi 39-41. âyetlerinde, Hac sûresi 39. âyetinde, Bakara sûresi 190, 192 ve 193. âyetlerinde bildirilmektedir. Hicretin ikinci yılı olaylarından bir diğer önemli hâdise de, daha önce Kudüs’e karşı namaz kılınmaktayken Allahü teâlânın Kâbe’ye yönelerek namaz kılmayı emretmesiyle kıblenin değişmesidir.
Kıblenin Kâbe olmasından bir ay ve hicretten 18 ay sonra Şâban ayının onuncu günü Bedir Gazâsından bir ay önce oruç farz oldu. Yine bu sene Ramazan ayında terâvih namazı kılınmaya başlandı ve sadaka-yı fıtr vermek vâcib oldu. Hicretin ikinci senesinde Ramazan ayında zekât vermek de farz oldu. Hicretin ikinci yılında zilhicce ayında da Kurbân kesmek ve bayram namazı kılmak vâcib oldu.
Muhammed aleyhisselâm Medîne’ye hicret ettikten sonra, Medîne’de bütün işleri ve münâsebetleri tertibe koyup Müslümanları güçlü bir duruma getirdi. Böylece İslâmiyet her geçen gün yayılıyor ve Müslümanlar git-gide kuvvetleniyordu. Hicretin ikinci yılında Mekkeli müşrikler, her âileden sermâye alıp bir kervanı Şam’a gönderdiler. Başlarında Ebû Süfyân vardı. Kervan, mallarını sattıktan sonra kâr ile silah satın aldı. Peygamber efendimiz silahların Mekkeli müşriklerin eline geçmesini önlemek için üç yüz on üç Eshâb-ı kirâm ile kervanın yolunu kesmek için Medîne’den çıktı. Kervan başka yoldan Mekke’ye giderken Mekkeli müşrikler de bin kişilik bir ordu hazırlayıp gönderdiler. Medîne dışında Bedir denilen yerde iki ordu karşılaştı ve Bedir Savaşı yapıldı. Bu savaşta Müslümanların sayısı 313 kişiydi. Müşriklerle yapılan bu ilk savaşta Müslümanlar ilk parlak zaferi kazandılar. Başta Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenleri bu savaşta öldürüldü. Yine bir kısmı ileri gelenleri olmak üzere 70’i esir alındı. Peygamber efendimiz bu esirlerin bir kısmını fidye karşılığı, okuma yazma bilenleri de Medîneli 10 çocuğa okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bıraktı. Bu hâdise Mekke ve Medîne’den birçok kimsenin Müslüman olmasına sebep oldu.
Bedir Savaşında Müslümanların gâlip gelmesi, Medîne’deki Yahûdîleri endişelendirdi. Münâfıklarla birleşen Benî Kaynuka Yahûdîleri, Sevgili Peygamberimizle yaptıkları vatandaşlık antlaşmasını bozarak harbe karar verdiler. Bunun üzerine yapılan Benî Kaynuka Gazâsında yenilip teslim olan Yahûdiler Medîne’den çıkarıldı.
Hicretin üçüncü yılında Sevik Gazvesi, Necd Gazvesi, Zeyd bin Hârise Seriyyesi, Muhammed bin Mesleme Seriyyesi yapıldı. Peygamberimiz kızı Ümmü Gülsüm’ü, hazret-i Osman ile evlendirdi. Hazret-i Ömer’in kızı Hafsa’yı kendi nikâhlarına aldılar. Hazret-i Ali’nin oğlu, hazret-i Hasan dünyâya geldi. Şevval ayında Uhud Gazvesi yapıldı. Bedir Savaşında yenilen müşrikler, bir yıl sonra da 3000 kişilik bir kuvvetle Medîne üzerine yürüdüler. Peygamberimiz müşriklerin bu saldırısına karşı 1000 kişilik bir ordu ile düşmanı Uhud Dağında karşıladı. Bir müdâfaa savaşı olan Uhud Savaşında, Sevgili Peygamberimizin mübârek dişi kırıldı, mübârek yüzü kanadı ve mübârek dudağı yaralandı. Hazret-i Hamza şehit edildi. Bundan başka Muhâcir ve Ensar’dan yetmiş sahâbi şehit oldu.
Uhud Savaşından sonra hicretin dördüncü yılında Benî Nâdir Gazâsı yapıldı. Önceden Peygamber efendimizle antlaşma yapan Yahûdî kabîlelerinden biri olan Benî Nâdir, Uhud Savaşından sonra sevgili Peygamberimize sûikast yapmaya kalkışarak antlaşmayı bozdular. Münâfıkların kendilerini destekleyeceklerini söylemeleri üzerine de anlaşmayı yenilemeye yanaşmadılar. Bu sebeple yapılan savaşta Benî Nâdir kabîlesi Medîne’den çıkarıldı. Böylece Müslümanların Medîne’deki durumu biraz daha kuvvetlendi.
Medîne civârında bulunan iki kabîle Peygamber efendimize elçi göndererek kendilerine İslâmiyeti öğretmek üzere muallim (öğretmen) istediler. Bu istek üzerine Eshâb-ı kirâmdan on kişi gönderildi. Recî’ denilen yere vardıklarında 200 kişilik bir düşman hücûmuna uğrayan bu heyetten 8 kişi şehit oldu. Bu hâdiseye Recî Vak’ası denir. Yine Necid Şeyhi Ebû Berâ’nın Medîne’ye gelip kendilerini irşâd için muallimler istemesi üzerine irşâd için, Eshâb-ı kirâmdan 70 kişilik bir heyet gönderildi. Eshâb-ı Suffadan olan bu irşad heyeti Bir-i Mâûne denilen yere vardıklarında, Necidliler, verdikleri teminâta rağmen, ihânet ettiler. Üzerlerine gönderdikleri bir ordu ile bu yetmiş sahabenin hepsini şehit ettiler. Bu hâdise de Bi’r-i Mâûne Faciası adı ile bilinmektedir.
Şarap (içki) içmeyi haram kılan âyet-i kerîme de hicretin dördüncü yılında indi. Peygamberimiz bu yılda Ümmü Seleme ile evlendi. Ümmü Seleme’nin kocası Uhud Savaşında yaralanmış, sonra da vefât etmişti. Sevgili Peygamberimiz, ihtiyar ve çocukları olan Ümmü Seleme’yi radıyallahü anhâ kendisine nikâhlayarak zor durumdan kurtarıp himâyelerine aldılar.
Hicretin beşinci yılında Hendek Savaşı yapıldı. Müşriklerin Medîne üzerine yaptıkları üçüncü ve son saldırı olan bu savaşta, Benî Nâdir Yahûdîleri ve müşriklerin berâberce hazırladıkları on bin kişilik bir ordusu vardı. Peygamber efendimiz Medîne’nin etrâfına geniş ve derin bir hendek kazdırıp üç bin kişilik bir ordu ile düşmana karşı durdu. Bir ay süren kuşatmada Medîne’de bulunan Benî Kureyzâ Yahûdîleri de Peygamber efendimizle yaptıkları antlaşmayı bozarak Müslümanları arkadan vurmaya kalkıştı. Netîcede kuvvetli bir fırtınaya ve şiddetli yağmura tutularak darmadağın olan düşman ordusu perişân bir hâlde paniğe kapılarak Mekke’ye döndü. Bu hâdise Kur’ân-ı kerîmde Ahzâb sûresi 9. âyetinde meâlen şöyle bildirilmektedir: “Ey îmân edenler! Allah’ın size olan nîmetlerini hatırlayınız. Hani ordular saldırmıştı da, biz onların üzerine bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz (meleklerden) ordular göndermiştik.” Bu savaştan sonra Sevgili Peygamberimiz; “Artık nöbet sizindir. Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelmez.” buyurdu.
Şanlı Peygamberimiz Hendek Savaşından Medîne’ye dönünce Eshâb-ı kirâma, silâhlarını çıkarmadan, Hendek Savaşı sırasında ihânet ederek müşriklerle birleşip Müslümanları arkadan vurmak isteyen Benî Kureyzâ Yahûdîleri üzerine hareket emri verdi. Netîcede teslim olan bu kabîleye haklarında kendi kitapları Tevrât’ın hükmü uygulandı.
Teyemmüm âyeti ile haccın farz olduğunu bildiren âyet hicretin beşinci yılında nâzil oldu.
Hicretin altıncı yılında Mekke dışındaki müşriklerleMüreysi Gazâsı yapıldı. Mekkeli müşriklerin İslâmiyeti resmen bir devlet olarak tanımak zorunda kaldıkları Hudeybiye Antlaşması da bu yılda yapıldı. Yine bu yılda Şanlı Peygamberimiz bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğini bildirmek ve İslâmiyeti her tarafa yaymak için Bizans, İran, Habeş, Mısır, Gassan ve Yemâme hükümdarlarına elçilerle mektuplar göndererek onları İslâma dâvet etti. Peygamber efendimizin bu dâveti karşısında Habeş hükümdarı Müslüman oldu. Bizans İmparatoru elçiye iyi muâmele yaptı. Mısır hâkimi Peygamberimize hediyeler gönderdi. İran şâhı ve Gassan beyi ise elçilere hakâret ederek sert davrandılar. Yemâme beyi ise boş ve mânâsız tekliflerde bulundu.
Hicretin yedinci senesinde, İslâmiyet Arap Yarımadasında süratle yayılmaya başladı ve düşmanlar oldukça tesirsiz hâle getirildi. Bu yılda vukû bulan mühim hâdiselerden biri de Hayber’in fethidir. Peygamber efendimizin Medîne’ye hicret etmesinden sonra Yahûdî kabîleleri ile antlaşma yapıldı. Fakat bu kabîleler sözlerinde durmadılar. Mekkeli müşriklerle birleşerek Müslümanlara ihânet ettiler. Bu sebeple de Medîne’den çıkarıldılar. Bunlardan Benî Nâdir kabîlesi Hayber’e yerleşmişti. Şanlı Peygamberimiz bin altı yüz kişilik bir ordu ile Hayber üzerine gitti ve bir hafta süren kuşatmadan sonra Hayber fethedildi. Böylece Yahûdî tehlikesi ve fitnesi ortadan kaldırıldı. Yine bu yılda Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâmdan iki bin kişiyle Mekke’ye gidip Kâbeyi tavâf etti. Mekkeliler üzerinde büyük bir tesir bırakan bu ziyâret üzerine önde gelen birçok kimse Müslüman oldu. İslâmın ilk yıllarında Mekke’den Habeşistan’a hicret eden Müslümanlar da bu yılda Medîne’ye geldiler.
Hicretin sekizinci yılında Mûte Savaşı yapıldı. Şanlı Peygamberimizin gönderdiği bir elçinin şehit edilmesi üzerine yapılan bu savaş, yüz bin kişilik Rum ordusuna karşı üç bin İslâm mücâhidinin çok büyük kahramanlıklar gösterdiği bir savaştı. Bu savaşta geri çekilmek zorunda kalan Rumların güçleri kırıldı.
Bu yılda vukû bulan hâdiselerin en önemlisi Mekke’nin Fethidir. Peygamber efendimizle on senelik bir zaman için Hudeybiye Antlaşmasını imzâlayan Kureyşliler, aradan iki yıl geçmeden antlaşmayı bozdular. Peygamber efendimiz Kureyşlilerden, yapılan antlaşmaya uymalarını istedi. Müşrikler buna yanaşmayınca on bin kişilik bir kuvvetle Mekke üzerine yüründü ve Arap Yarımadasında puta tapıcılığın merkezi olan Mekke fethedildi. Bütün putlar kırılıp, Kâbe putlardan temizlendi. Yirmi yıldan beri Müslümanlara amansız düşmanlık yapan müşriklerin gücü tamâmen kırıldı. Şanlı Peygamberimizin affına kavuşup, çoğu Müslüman oldu.
Mekke’nin Fethinden sonra Hevâzin veSakif kabîleleri, Sa’d oğulları gibi bâzı küçük kabîleleri de yanlarına alarak 20 bin kişilik bir ordu ile harekete geçtiler. Sevgili Peygamberimiz de 12 bin kişilik bir ordu ile üzerlerine gidip bu müttefik müşrik ordusunu mağlup etti. Bu düşman kabîleler Tâif’e sığınarak yeniden savaşa hazırlanmaya başladılar. Peygamber efendimiz Tâif’i 20 gün kuşatma altında tuttuktan sonra muhâsarayı kaldırdı. Bir sene sonra da Tâifliler kendi istekleriyle Müslüman oldular.
Hicretin dokuzuncu yılı İslâmiyetin Arap Yarımadasında büyük bir süratle yayıldığı bir yıl oldu. Bir taraftan bölük bölük insanlar Medîne’ye gelip Müslüman oluyor, bir taraftan da İslâmiyeti kabul eden kabîlelerin dînî ve idârî işlerini yürütmek için çevreye memurlar ve vâliler gönderiliyordu. Bu sırada çevredeİslâmın yayılmasını engellemek isteyen devletler vardı. Bunlardan biri de o zamânın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans’tı. Bizans Kayseri Heraklius Mûte Savaşından beri Arap Yarımadasını istilâ ederek İslâmiyetin yayılmasına son vermek istiyordu. Heraklius Hıristiyan Arapların ve diğer bir takım kabîlelerin desteğini alıp, kendisi de 40 bin kişilik bir ordu toplayarak Medîne üzerine yürümeye hazırlanmıştı. Peygamber efendimiz bu durumu haber alınca 30 bin kişilik bir ordu hazırladı. Bu hazırlıkta Eshâb-ı kirâm mallarını da vererek fiilen büyük bir fedâkârlık gösterdi. İslâm ordusu Tebük’e geldiği sırada, Müslümanların bu hazırlığını işiten Bizanslılar savaşmaktan çekinip, geri döndüler. Sevgili Peygamberimiz ordusuyla Tebük’te 20 gün kaldı. Şam’da bulaşıcı bir hastalık olan tâûn (vebâ) salgını olduğunu duyunca Medîne’ye döndü. Böylece Bizans’ın mâneviyâtı iyice kırıldı ve İslâmiyetin şanı, şerefi her tarafta duyuldu.
Peygamber efendimiz Mekke devrinde sâdece müşrikler ve Medîne devrinde ise müşrikler, Yahûdîler ve münâfıklar olmak üzere üç çeşit düşmanla karşılaştı. Bunlardan müşrikler ve Yahûdîlerle yaptığı savaşlarda düşmanı mağlup ederek onları tesirsiz hâle getirdi. Lâkin münâfıkların düşmanlıkları sinsice, devam etti. Bunların yaptığı düşmanlıklardan biri de Müslümanlar arasına fitne sokmak maksadıyla Peygamber efendimizin Medine’ye hicreti sırasında yaptırdığı meâlen; “Temeli takvâ üzerine atıldı.” (Tevbe sûresi: 108) buyrulan Kubâ Mescidi karşısında Mescid-i Dırâr’ı yapmalarıdır. Münâfıkların Kubâ Mescidinin cemâatini bölmek gibi bozuk düşüncelerle yaptıkları bu mescit, Tevbe sûresi 107 ve 108. âyetlerinin nâzil olması üzerine Peygamber efendimiz tarafından yıktırıldı. Bu hâdiseden iki ay sonra başları Abdullah bin Übey’in ölmesi ile münâfıklar dağılıp düşmanlık faaliyetleri sona erdi. Böylece hicretin dokuzuncu yılında İslâmın belli başlı düşmanlarının karşı durma ve engelleme güçleri büyük ölçüde sona erdirildi.
Bu yılın mühim bir hâdisesi de çevreden Medîne’ye akın akın heyetlerin gelmesidir. Bu bakımdan bu yıla “Senet-ül Vüfûd” (elçiler yılı) denildi. Peygamber efendimize gelen bu heyetler; ya Müslüman olmak veya Müslüman olduklarını bildirmek üzere yâhut da kabul ettikleri İslâmiyetin esaslarını öğrenmek için geliyorlardı. Peygamberimiz müslüman olan bu kabîlelere İslâmiyeti öğretmek, işlerini yürütmek üzere muallimler ve vâliler gönderdi.
Hicretten önce îmân etmemiş olan ve hicretin sekizinci yılında Taif Muhâsarası sırasında Sevgili Peygamberimize karşı çıkan Taifliler de hicretin dokuzuncu yılında, Tebük Seferinden sonra, heyet göndererek Müslüman oldular.
İslâmın beş şartından biri olan hac da hicretin dokuzuncu yılında farz kılındı. Âl-i İmrân sûresinin 96 ve 97. âyetleri nâzil olunca, Peygamber efendimiz bunu Eshâb-ı kirâma bildirdi. O sene hazret-i Ebû Bekr’i üç yüz kişilik bir kâfileye hac emiri tâyin etti. Bu kâfilede bulunan Eshâb-ı kirâm hazret-i Ebû Bekr’in emirliğinde Mekke’ye gitti. Bu sırada Berâe sûresinin ilk âyetleri nâzil oldu. Bu âyetlerde muâhede hakkındaki bâzı hükümler bildirildi. Peygamber efendimiz bunu bildirmek üzere hazret-i Ali’yi Mekke’ye gönderdi. O zaman Araplar arasında yaygın olan bir geleneğe göre bir antlaşma yapılır veya yapılmış bir antlaşma bozulursa, bu antlaşmayı bizzat yapan veya onun tâyin ettiği bir akrabâsı tarafından îlân olunurdu. Peygamber efendimiz bu iş için hazret-i Ali’yi hac kâfilesinin arkasından Mekke’ye gönderdi. Hazret-i Ali kâfileye yetişip Mekke’ye birlikte girdiler. Ebû Bekr radıyallahü anh bir hutbe okudu. Hac ibâdetini anlattı. Eshâb-ı kirâm öğretilen esaslara göre hac yaptılar. Hac ibâdeti edâ edilirken hazret-i Ali de Mina’da Cemre-i Akabe denilen yerde bir hutbe okudu. Bu hutbesinde; “Ey insanlar beni size Resûlullah gönderdi.” diyerek söze başladı ve Berâe sûresinin ilk âyetlerini okudu. Bundan sonra; “Ben size dört şeyi bildirmeye memurum.” dedi. Bu dört hususu şöyle bildirdi:
1. Müminlerden başka hiç kimse Cennete giremez.
2. Bu seneden sonra hiçbir müşrik Kâbe’ye yaklaşamayacak.
3. Hiçbir kimse Kâbe’yi çıplak tavâf etmeyecek (O zaman müşrikler Kâbe’yi çıplak olarak tavaf ederlerdi.)
4. Her kimin Resûlullah ile antlaşması varsa, müddeti bitinceye kadar mûteber olacak. Bunlar dışındakilere dört ay mühlet tanınmıştır. Bundan sonra hiçbir müşrik için ahd (antlaşma) ve himâye yoktur.
O günden sonra hiçbir müşrik Kâbe’yi tavâf etmeye gelmedi ve hiç kimse çıplak olarak Kâbe’yi tavâf etmedi. Bu hususlar bildirildikten sonra müşriklerden çoğu Müslüman oldu. Hac farizâsı yerine getirildikten sonra hazret-i Ebû Bekr ile Ali radıyallahü anh yanlarındaki Eshâb-ı kirâmla Medîne’ye döndüler.
Hicretin onuncu yılında İslâmiyet bütün Arap Yarımadasına yayıldı. Arabistan’ın her tarafından insanlar Medîne’ye geliyor, Müslüman olmakla şereflenmek, ebedî saâdete kavuşmak için birbirleriyle yarış ediyorlardı. Artık Arabistan’da Müslümanlara karşı duracak hiçbir kuvvet kalmamış, İslâmiyet her tarafa hâkim olmuştu. Sâdece bâzı Yahûdî ve Hıristiyan kabîleleri Müslüman olmamıştı.
Peygamber efendimiz hicretin onuncu yılında Hâlid bin Velîd hazretlerini dört yüz mücâhid ile Yemen civârında bulunan Hâris bin Ka’b oğullarını İslâma dâvet için gönderdi. Hâlid bin Velîd, Resûlullah’ın emri üzerine bu kabîleyi İslâma dâvet etti. Onlar da dâvete icâbet ederek Müslüman oldular. Yine bu yılda Peygamber efendimiz Necranlı Hıristiyanlarla sulh antlaşması yaptı. Bunlardan bir kısmı sonra kendiliklerinden Müslüman oldu. Bu sene hazret-i Ali Eshâb-ı kirâmdan üç yüz kişiyle birlikte Yemen’de bulunan Medlec kabîlesini İslâma dâvet etmek için gönderildi. Önce karşı durdu ise de netîcede bu kabîle de Müslüman oldu. Peygamber efendimiz bu sene İslâmiyetin yayıldığı bütün beldelere, vâliler ve zekât toplamak üzere görevliler (âmil, sâi) gönderdi ve Vedâ Haccını yaptı.
Vedâ Haccı
Hicretin onuncu senesinde Sevgili Peygamberimiz hac için hazırlanıp, Medîne’deki Müslümanların da hazırlanmalarını emir buyurdu. Medîne dışında bulunan Müslümanlara da haber gönderdi. Bu haber üzerine binlerce Müslüman Medîne’de toplandı. Hazırlıklar tamamlanınca Peygamberimiz Zilka’de ayının 25. günü 40 bin kişilik bir kâfile ile öğle namazından sonra Medîne’den hareket etti. 100 kurbanlık deve götürdü. 10 gün süren yolculuktan sonra Zilhicce ayının 4. günü Mekke’ye vardılar. Yemen’den ve diğer beldelerden hac yapmak üzere gelenlerin de katılmasıyla Müslümanların sayısı 124 bine ulaştı. Peygamberimiz zilhiccenin 8. günü Mina’ya, 9. günü (arefe günü) Arafat’a gitti. Arafat Vâdisinin ortasında öğleden sonra Kusvâ adlı devesinin üstünde Vedâ Hutbesi’ni okudu.
Sevgili Peygamberimiz bu hutbesinde kan dâvâları, fâiz, kumar, her türlü zulüm gibi câhiliyye devrine âit bütün kötülüklerin kaldırıldığını bildirdi ve insan haklarını anlattı. Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını, erkeklerin kadınlar ve kadınların da erkekler üzerindeki haklarını, Müslümanların kardeş olduğunu ve daha birçok husûsu bildirdi. Eshâb-ı kirâmla vedâlaştı.
Peygamber efendimiz Vedâ Hutbesi’ni okuduğu gün; “Bu gün sizin dîninizi kemâle erdirdim. Üzerinize nîmetimi tamamladım. Size din olarak İslâm dînini seçtim.” (Mâide sûresi: 3) meâlindeki âyet nâzil oldu. Peygamberimiz bu âyet-i kerîmeyi Eshâb-ı kirâma okuyunca hazret-i Ebû Bekr ağlamaya başladı. Eshâb-ı kirâm ağlamasının sebebini sorunca; “Bu âyet, Resûlullah’ın vefâtının yakın olduğuna delâlet ediyor, onun için ağlıyorum.” buyurdu.
Peygamber efendimiz Mekke’de 10 gün kalıp Vedâ Haccını yaptı ve vedâ tavâfı yaparak Medîne’ye döndü. Vedâ Haccından sonra Eshâb-ı kirâm Resûlullah efendimizin bildirdiği ve emrettiği şeyleri gittikleri yerlerde anlattılar.
Hicretin onuncu yılında vukû bulan bir hâdise de Peygamberlik iddiasında bulunan yalancıların ortaya çıkmasıdır. Bunlardan birisi Yemen’de ortaya çıkan Esved-i Ansî’dir. Şanlı Peygamberimizin emri üzerine Esved-i Ansî Yemen’deki Müslümanlar tarafından evinde öldürüldü. Diğeri de Müseylemet-ül Kezzâb’dır. Peygamber efendimizin vefâtından sonra Ebû Bekr radıyallahü anh Müseyleme üzerine Hâlid bin Velîd kumandasında bir ordu gönderdi. Müseyleme de öldürüldü.
Peygamberimiz hicretin on birinci yılında hastalanıp, vefâtından kısa bir zaman önce Müslümanlar için büyük bir tehlike olan Bizans üzerine gönderilmek üzere Üsâme bin Zeyd komutasında bir ordu hazırladı. Ordu hareket etmek üzereydi, fakat Resûlullah’ın hastalığı ağırlaşınca hareket etmedi. Bu ordu daha sonra hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliğinin ilk günlerinde Bizans üzerine gidip parlak zaferler kazandı. Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın vefâtı da bu yılda oldu.
Vefâtı
Peygamberimiz Vedâ Haccında Mina’da bulunduğu sırada; “Allah’ın yardımı ve zafer günü gelip insanların Allah’ın dînine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek, tesbîh et! O’ndan af dile! Çünkü O, tövbeleri dâimâ kabul eder.” meâlindeki en son nâzil olan Nasr sûresi indiğinde Peygamber efendimiz kızı hazret-i Fâtımâ’yı çağırıp; “Bana kendi vefâtım haber verildi.” buyurdu. Bunun üzerine ağlamaya başlayan Fâtımâ’ya; “Ağlama, zîrâ benim ehlimden bana ilk kavuşan sen olacaksın.” buyurdu.
Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize her sene o zamâna kadar nâzil olan âyetleri okumak üzere senede bir kere gelirdi. Vefât edeceği sene iki kere gelip Kur’ân-ı kerîm’i iki defâ baştan sona okudu.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem vefât etmeden bir müddet önce Bakî mezarlığında ve Uhud’da bulunan Müslümanların kabrini ziyâret ederek onlar için duâ ve istiğfâr etti.
Bakî mezarlığındayken yanında bulunan Ebû Müveyhib’e dönerek; “Ey Ebû Müveyhib! Ben dünyâ hazîneleriyle âhiret nîmetlerini seçmede serbest bırakıldım. İstersen dünyâda bakî ol, sonra Cennet’e git, istersen likaullah (Allah’a kavuşmak) hâsıl olup Cennet’e gir dediler. Ben likaullahı ve sonra Cennet’i seçtim.” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz vefâtından önce humma hastalığına tutuldu. Bu hastalık 13 gün sürdü. Bu müddetin son 8 gününü hazret-i Âişe’nin odasında geçirdi. Hastalığının ilk günlerinde ve ateşi düştüğü sıralarda mescide çıkıp Eshâbına namaz kıldırıyordu.
Hastalığının ikinci günü hazret-i Ali ve Fazl bin Abbâs kollarına girerek mescidi teşrif etti. Minbere oturup hamd ve senâdan sonra; “Ey Eshâbım, bilmiş olunuz ki aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa benden istesin. Benim yanımda sevgili olan benden hakkını istesin veya helâl etsin ki Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım.” buyurdu. Sonra minberden inip öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra tekrar minbere çıkıp namazdan önce buyurduğunu tekrar etti. Bunun üzerine Eshâbdan biri kalkıp üç dirhem alacağı olduğunu söyleyince hemen ödedi.
Peygamber efendimizin hastalığının arttığı günlerde Eshâb-ı kirâma yaptığı vasiyetlerden biri de şöyledir: “Müşrikleri Arabistan’dan çıkarınız. Size gelen elçilere benim yaptığım gibi ikrâm ve ihsânda bulununuz.”
Vefâtından beş gün önce hastalığı biraz hafifledi ve mescidi teşrif edip, minbere çıkarak Eshâb-ı kirâma; “Ey Eshâbım, hiçbir peygamber ümmeti içinde ebedî olarak yaşamadı. Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım. Muhakkak ki siz de Rabbinize kavuşacaksınız. Dünyâda hiç kimse kalmaz. Her şey Allah’ın irâdesine bağlıdır. Allah’ın takdir buyurduğu zaman ne öne alınır, ne de o zamandan kaçılır. Sizinle buluşacağımız yer, Kevser Havzının başıdır. Her kim benimle Kevser Havzı kenârında buluşmak isterse elini ve dilini korusun, günahlardan sakınsın. Ey Eshâbım! Allah kullarından birini dünyâ hayâtıyla âhiret hayâtını seçmekte serbest bıraktı. Fakat bu kul âhiret hayâtını seçti.” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr Resûlullah efendimizin bu sözleriyle vefâtına işâret buyurduğunu anlayarak ağlamaya başladı. Peygamber efendimiz; “Ağlama yâ Ebâ Bekr!” buyurarak onu teselli etti ve; “Bana her bakımdan en faydalı olanınız Ebû Bekr’dir.” ve “Mescide açılan kapılardan Ebû Bekr’inki hâriç hepsini kapatınız.” buyurdu. Sonra minberden inerek hazret-i Âişe’nin odasına döndü. Biraz sonra Eshâb-ı kirâmın çok üzülmesi ve endişeleri üzerine hazret-i Ali ve Fazl bin Abbâs’ın koltuğuna girdiği halde tekrar mescide geldi. Minberin alt basamağına durup Eshâb-ı kirâma son hutbesini okudu ve vasiyetini yaparak şöyle buyurdu: “Ey Muhâcirler, size Ensar hakkında hayırlı olmanızı vasiyet ederim. Onlar benim has cemâatimdir. Onlar sizi evlerinde misâfir edip, her hususta sizi nefslerine tercih ettiler. Eshâbım! İlk Muhâcirlere de hürmet etmenizi vasiyet ederim. Bütün Muhâcirler birbirlerine hayırlı olsunlar. Her iş Allahü teâlânın izniyle olur. Allahü teâlânın irâdesine karşı çıkanlar sonunda mağlup olurlar. Allahü teâlânın emrine uymak istemeyenler, muhakkak aldanırlar.” Daha önce hazret-i Ebû Bekr’den memnûniyetini belirttiği gibi bu hutbede de hazret-i Ömer’den memnuniyetini belirtti ve; “Ömer benimledir, ben de onunlayım. Benden sonra hak Ömer’le berâberdir.” buyurdu. Resûlullah efendimiz bu hutbeden sonra minberden indi ve Eshâbdan ayrılıp odasına çekildi. Vefâtına üç gün kala bir yatsı vaktinde namaz için ezân okunmuştu. Peygamber efendimiz namazın kılınıp kılınmadığını sorunca; “Cemâat sizi bekliyor yâ Resûlallah!” denildi. Resûlullah cemâate gitmek istedi. Cemâate gidecek takat bulamayınca; “Ebû Bekr’e söyleyin namazı kıldırsın.” buyurdu. Resûlullah efendimiz bu emrini üç defâ tekrarladı. Hazret-i Ebû Bekr üç gün cemâate namaz kıldırdı.
Sevgili Peygamberimiz vefât ettiği günün sabah namazı vaktinde mescide açılan odanın kapısındaki perdeyi kaldırdı. Hazret-i Ebû Bekr cemâate sabah namazını kıldırıyordu. Eshâbına bakıp onların namazda saf tutup durduklarını görünce sevinerek tebessüm etti. Sonra da mescide girdi. Resûlullah’ın teşrifini fark eden hazret-i Ebû Bekr mihrabdan çekilmek üzereyken Resûlullah eliyle yerinde durması için işâret edip, oturduğu yerde Ebû Bekr’e radıyallahü anh uyarak sabah namazını kıldı. O gün hastalığı hafiflemişti. Namazdan sonra Eshâb-ı kirâma dönüp; “Ey insanlar! Siz Allahü teâlânın hıfzındasınız ve sizi Allahü teâlâya emânet ettim. Takvâ üzere olun. Allahü teâlâdan korkun. Allahü teâlânın emrini tutun ve itâat edin. Ben bu dâr-ı dünyâdan ayrılırım.” buyurdu. Sonra mescitten odasına geçti. Bu Eshâb-ı kirâmın Resûlullah efendimizi son görüşü oldu.
Resûl-i ekrem efendimiz hazret-i Âişe’nin hücresine girip yattığı sırada, Üsâme bin Zeyd huzûruna geldi. Resûlullah efendimiz 23 senelik peygamberlik müddetinde son olarak Suriye tarafında Bizans üzerine gidecek bir ordu hazırlamıştı. Bu orduya kumandan tâyin ettiği Üsâme bin Zeyd’e hareket etmesini buyurdu. Bu sırada hastalığı şiddetlenen Peygamber efendimiz kızı hazret-i Fâtımâ’yı çağırıp kulağına birşeyler söyledi. Hazret-i Fâtımâ ağlamaya başladı. Sonra bir şeyler daha söyleyince hazret-i Fâtımâ güldü. Resûlullah efendimiz hazret-i Fâtımâ’ya vefât edeceğini söyleyince hazret-i Fâtıma ağladı. Sonra da; “Sana müjde olsun ki bütün ehlimden önce sen bana kavuşursun.” buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Fâtıma sevinip güldü.
Resûl-i ekrem efendimiz vefât edeceği sırada hazret-i Ali’ye, hazret-i Âişe’ye vasiyette ve nasîhatta bulundu. Bu sırada ağlayıp gözyaşı döken hazret-i Fâtımâ’ya; “Kızım bir miktar sabreyle, ağlama. Zîrâ Hamele-i Arş (melekler) senin ağlaman üzerine ağlaşırlar.” buyurdu. Hazret-i Fâtımâ’nın göz yaşını sildi. Teselli verip Allahü teâlâdan sabır vermesini diledi ve; “Ey kızım, benim rûhum kabz olacak. (İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn) diyesin. Ey Fâtımâ, gelen her musibete bir karşılık verilir.” buyurdu. Bir müddet mübârek gözlerini kapayıp sonra; “Bundan sonra babana üzüntü ve gussa (keder, tasa) olmaz. Zîrâ fânî âlemden ve mihnet yerinden kurtuluyor.” buyurdu. Sonra hanımlarına nasîhat buyurdu. Torunları hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin’i yanına alıp, onlara şefkatle bakarak alınlarından öptü. Sonra da hazret-i Ali’yi yanına çağırıp mübârek başını onun koluna dayayarak oturup; “Yâ Ali, zimmetimde filan Yahûdînin şu kadar malı vardır. Asker hazırlamak için almıştım. Sakın onu ödemeyi unutma. Elbette zimmetimi kurtarırsın ve Kevser Havzı başında benimle görüşeceklerin birincisi sensin. Benden sonra sana çok zarar gelir, sabır edesin. İnsanlar dünyâyı istedikleri vakit sen âhireti seçesin.” buyurdu. Resûlullah efendimiz vasiyetini tamamladıktan sonra hâli değişti, yatağına yatırdılar.
Rebiülevvel ayının on ikisinde Pazartesi günü öğleden evvel Cebrâil aleyhisselâm gelip; “Yâ Resûlallah! Cennetleri süslediler, Hûri veRıdvan donandı. Allahü teâlâ sana hiç kimseye verilmeyen çok şeyler ihsân etti. Kevser Havzı, Makam-ı Mahmûd ve Şefâat-i ümmet verdi. Kıyâmet günü sen râzı oluncaya kadar ümmetini bağışlar. Yâ Resûlallah; Melek-ül Mevt kapıda beklemektedir. İçeri girmeye izin ister. Şimdiye kadar kimseden izin istememiştir. Bundan sonra da istemez.” dedi.
Sevgili Peygamberimizin izni üzerine Azrâil aleyhisselâm içeri girip selâm verdi ve sonra; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni senin huzûruna gönderdi. Senin emrinden dışarı çıkmamamı buyurdu. Dilersen şerefli rûhunu kabz edip ulvî âleme yükselteyim, yoksa dönüp gideyim.” dedi. Cebrâil aleyhisselâm; “Ey Habîbullah! Allahü teâlâ sana müştâktır(âşıktır).” dedi. Sonra selâm verip vedâ ederken; “Ey Muhammed; Ey Ahmed! Bundan sonra vahiy için bir daha gelmem ve Hak teâlânın haberini yer yüzüne getirmem. Benim maksûdum ve matlûbum sen idin yâ Resûlallah.” dedi. Bundan sonra Peygamber efendimizin; “Ey Azrâil vazîfeni yap.” buyurması üzerine, mübârek rûhunu kabz etti. Böylece Resûl-i ekrem efendimiz Hicretin on birinci yılında (Mîlâdî 632, 8 Haziran) Rebiülevvel ayının 12’sinde Pazartesi günü öğleden evvel vefât etti. Vefât ettiğinde Kamerî seneye göre 63, şemsî seneye göre 61 yaşında idi.
Eshâb-ı kirâm, Resûlullah efendimizin vefâtı üzerine pekçok üzülüp gözyaşı döktüler. Çoğunun dili tutulup bir müddet konuşamaz oldu. Ebû Bekr radıyallahü anh Resûlullah’ın yanına girip mübârek yüzünden örtüyü kaldırarak mübârek alnından öptü. Sonra başını kaldırıp, mübârek alnından tekrâr öpüp; “Âh Sâfi” dedi. Bir daha öpüp, “Âh dost” dedi. Sonra mübârek pazusunu öpüp ağladı. “Anam babam sana fedâ olsun! Dirin ve ölün tayyib, temiz ve ne güzeldir!” dedi. Ve; “Eğer ihtiyârımız elimizde olsaydı canlarımızı yoluna fedâ ederdik. Eğer sen bizi men etmeseydin, gözlerimizden pınarları akıtırdık.” Sonra salâtü selâm okuyup; “Yâ Resûlallah, bizi Rabbinin katında hatırla.” dedi. Sonra dışarı çıktı. Mescitte minbere çıkarak Eshâb-ı kirâma bir hutbe okudu. Allahü teâlâya hamd ve senâ etti. Resûl-i ekrem efendimize sallallahü aleyhi ve sellem salât okudu. Sonra şöyle dedi: “Her kim Muhammed’e îmân etmişse bilsin ki, Muhammed aleyhisselâm vefât etti. Her kim Allahü teâlâya tapıyorsa O, Hayy, diri ve Bâkî’dir, ölmez, ebedîdir.” buyurdu ve sonra; “Muhammed de kendinden önce geçen Resûller gibi Resûldür. Eğer O vefât eder, yâhut öldürülürse, siz dîninizden, yâhut cihaddan, eski hâlinize dönecek misiniz? Böyle değişen, Allahü teâlâya zarar vermez, kendine zarar eder. İslâm ve sebatta şükredenlere muhakkak mükâfat verecektir.” (Âl-i İmrân sûresi: 144) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Hazret-i Ebû Bekr Eshâb-ı kirâmı ve Ehl-i beyti teselli etti. İlk anda acı haber üzerine çok şaşıran Ömer radıyallahü anh, Ebû Bekr’i radıyallahü anh dinleyince kendine geldi. Peygamberimizin vefât ettiği gün Eshâb-ı kirâm yapılan umûmî bir bîatle hazret-i Ebû Bekr’i halîfe seçtiler.
Resûlullah efendimizin cenâzesi vefât ettiği günden sonra, salı günü yıkandı ve kefenlendi. Gasl (yıkama) işine bizzat hazret-i Ali, hazret-i Abbâs ve hazret-i Abbâs’ın oğulları Fazl ve Kusem de yardım ettiler. Üsâme ile Şukran Sâlih radıyallahü anhümâ da su döktüler.
Peygamber efendimiz gömleği üzerinde olduğu halde üç kere yıkanıp üç kat yeni beyaz kefene sarıldı. Bundan sonra mübârek cesedi sedir üstüne konulup bulunduğu odanın kapısıEshâb-ı kirâma açıldı. Eshâb-ı kirâm grup grup odaya girip cenâze namazı kıldılar. Salıyı çarşambaya bağlayan gece (çarşamba gecesi) yarısı mübârek rûhu alındığı yerde defn olundu. Mübârek cesedini kabre Ali, Fadl, Üsâme ve Abdurrahmân bin Avf radıyallahü anhüm indirdi. Kıyâmet günü kabirden en önce O kalkacaktır. En önce O şefâat edecektir. En önce O’nun şefâati kabul olunacaktır. Cennet kapısını önce O açacaktır.
Resûl-i ekrem efendimizin vefâtı üzerine bütün Müslümanların kalpleri yandı, çok üzüldüler. Peygamber efendimiz bizim bilmediğimiz bir hayat ile, şimdi kabrinde hayattadır. Cesed-i şerîfi aslâ çürümez. Kabrinde bir melek durup, ümmetinin söyledikleri salevâtı kendisine haber verir. Minberi ile kabr-i şerîfi arası Cennet bahçesi gibi kıymetlidir.
Kabr-i şerîfini ziyâret etmek, tâatların büyüğü ve ibâdetlerin en kıymetlisidir: “Beni ziyâret edene şefâatim vâcib olur.” buyurmuştur.
Hazret-i Fâtıma, babasının vefâtından duyduğu üzüntüyü şu mersiye ile dile getirdi: “Benim üzerime öyle musibetler döküldü ki, eğer onlar gündüzlerin üzerine dökülseydi gece olurdu.”
Peygamber efendimizin görünüşünün anlatılmasına İslâm terminolojisinde “Hilye-i Saâdet” denilmiştir. Peygamberimizin mübârek bedeninin dış görünüşü bütün incelikleriyle bu Hilye-i Saâdet yazılarında bildirilmiştir. Bunları okuyanlar, Peygamber efendimizin rûhen olduğu gibi bedenen de hiç eksiksiz ve kusursuz, insanların en güzeli ve her bakımdan en üstünü olduğunu anlarlar. İslâm dünyâsında bu konuda pekçok eser yazılmıştır.
Peygamber efendimizi medheden on binlerce kitap, kasîde ve diğer eserler yazılmıştır. Bunları yazanlar içinde şöhretleri ve sanatları bütün dünyâyı ve asırları kaplamış olanları dahi, O’nu methetmekten âciz olduklarını beyan etmişlerdir.
Arap, Fars ve Türk edebiyâtında görülen Nâtlar hep O’nun için yazılmıştır.
Resûlullah efendimiz günümüzde de bütün dünyâ milletlerinin, ilim adamlarının, devlet, siyâset ve fikir adamlarının, ediplerin, târihçi ve askerî şahsiyetlerin alâkasını çekmekte, bunların herbiri O’nu biraz inceledikten sonra hayranlık ve şaşkınlıklarını, dile getirmektedirler. Müslüman olmayanlar, Habîb-i ekrem efendimizin sâdece idâreciliği, dehâsı, askerî, sosyal ve diğer taraflarını görmekte, yalnız bunlara bakarak O’nu tanımaya çalışmaktadırlar. Gördükleri fevkalâde ve hiçbir insanda görülmemiş üstünlükler karşısında acze düşmekle berâber, O’na peygamber gözüyle bakmadıkları için, O’nu tanımaktan ve anlamaktan çok uzak kalmaktadırlar. Müslümanlar da Peygamber efendimizin güzellik ve üstünlüklerini ilimleri, ihlâsları ve O’na olan muhabbetleri kadar derece derece görmekte ve anlayabilmektediler. Bunlardan zâhir âlimleri O’nun zâhirî vasıflarını, bâtın âlimleri de bâtınî güzelliklerini görebildikleri kadar dile getirmişlerdir. Ulemâ-i râsihîn denilen hem zâhir ve hem de bâtın bilgilerinde üstâd ve Peygamber efendimize vâris olan yüksek İslâm âlimleri ise O’nu bütün güzellikleriyle görmüş ve âşık olmuşlardır. Bunların en başında Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh gelmektedir. O, Resûlullah efendimizdeki nübüvvet nûrunu görmekte, O’nun üstünlük, güzellik ve yüksekliklerini idrâk ederek, O’na âşık olmakta öyle ileri gitmiştir ki, başka hiçbir kimse Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh gibi olamamıştır. Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahü anh her an, her baktığı yerde Resûlullah’ı görürdü. Bir keresinde hâlini; “Yâ Resûlallah! Nereye baksam sizi görüyorum. Helâda bile, karşımdasınız, utanıyorum.” diye arzetmişti. Bir keresinde de; “Bütün iyiliklerimi, sizin bir sehvinize (yanılmanıza) değişirim.” demişti. Resûlullah efendimizin güzelliğini en iyi görüp anlayan ve anlatanlardan biri de zevcât-ı mutahheradan, müminlerin annesi hazret-i Âişe idi. Âişe radıyallahü anhâ âlime, müctehide, akıllı, zekî ve edibe idi. Gâyet beliğ ve fasih konuşurdu. Kur’ân-ı kerîm’in mânâlarını, helâl ve harâmları, Arap şiirlerini ve hesap ilmini çok iyi bilirdi. Resûlullah’ı metheden şu iki beyti Âişe radıyallahü anhâ söylemiştir:
Ve lev semia ehlü Mısra evsâfe haddihî.
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüf’e min nakdin.
Levîmâ Zelîhâ lev reeyne cebînehû.
Le âserne bilkatil kulûbi alel eydi.
“Eğer Mısır’dakiler, Peygamber efendimizin yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı. Güzelliği dillere destan olan Yûsüf aleyhisselâmın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelîhâ’yı Yûsuf aleyhisselâma âşık oldu diyerek kötüleyen kadınlar Resûlullah’ın parlak alnını görselerdi ellerinin yerine kalplerini keserlerdi de acısını duymazlardı.”
Yine hazret-i Âişe buyuruyor ki: “Bir gün Resûlullah mübârek nalınlarının kayışlarını çakıyordu. Ben de iplik eğiriyordum. Mübârek yüzüne baktım. Parlak alnından ter damlıyordu. Ter damlası, her tarafa nûr saçıyordu. Gözlerimi kamaştırıyordu. Şaşakaldım. Bana doğru bakıp; “Sana ne oldu ki böyle dalgın duruyorsun?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Mübârek yüzündeki nûrların parlaklığına ve mübârek alnındaki ter tânelerinin saçtıkları ışıklara bakarak kendimden geçtim.” dedim. Resûlullah kalkıp yanıma geldi. Gözlerimin arasını(alnımı) öptü ve; “Yâ Âişe! Allahü teâlâ sana iyilikler versin! Beni sevindirdiğin gibi, seni sevindiremedim.” buyurdu. Yâni, senin beni sevindirmen, benim seni sevindirmemden çoktur, dedi.” Hazret-i Âişe’nin mübârek gözlerinin arasını öpmesi, Resûlullah efendimizi severek, O’nun cemâlini anlayarak gördüğü için âferin ve takdir olmaktadır.
Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerîm’de geçen isimlerinden biri de Kur’ân-ı kerîm’in kalbi olan Yâsîn sûresindeki “Yâsîn” kelimesidir. Ulemâ-i rasihînin büyüklerinden olan Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri; “Yâsîn, ey benim muhabbet deryamın dalgıcı olan habîbim, demektir.” buyurmuştur. Bu deryânın ismini duyanlar, uzaktan görenler, yakınına gelenler, içine girip nasîbi kadar derine inenlerin hepsi, ömürlerinin her safhasında Resûlullah efendimizin aşkı ile yanıp tutuşmuşlar, yanık feryâdlar, içli gözyaşları ve yakıcı mısralarla bu aşklarını dile getirmişlerdir. Bunların içinde en büyük ve meşhurlarından olan ve bu muhabbet deryasından büyük pay sâhibi olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri de Sevgili Peygamberimize olan muhabet ve aşkını dile getirdiği kasîdelerinden birinde şöyle demektedir:
Server-i âlem, sana âşık olup da, yanarım!
Her nerede olsam, o güzel cemâlin ararım.
Kâbe kavseyn tahtının sultânı sen, ben hiçim.
Misafirinim dersem saygısızlık sayarım.
Her şey cihanda senin şerefine bilirim.
Rahmetin yağsa bana hergün olur bahârım.
Herkes Kâbe’yi tavâf için gelir Hicâz’a,
Sana kavuşmak için ben dağları aşarım.
Seadet tâcına kavuştum ben rüyâda.
Ayağın toprağı serpildi yüzüme sanarım.
Dostunu öven âşıkların bülbülü, ey Câmî!
Dîvânında şu yazılar, oluyor, tercümânım.
Dili sarkmış, susuz kalmış, uyuz bir köpek gibi,
Senin ihsân denizinden bir damla arzularım.
Resûlullah’ı sevmek, bütün Müslümanlara farz-ı ayndır. O’nun sevgisi bir gönüle yerleşirse, İslâmiyeti yaşama, îmânın ve islâmın tadına doyulmaz zevkine ermek ne kadar kolay olur. Bu sevgi, iki cihânın efendisine tam uymaya sebeptir. Bu sevgiyle Allahü teâlânın Habîbine ikrâm ettiği sonsuz ve târife sığmaz nîmetlere ve bereketlere kavuşmakla şereflenilir. Küçük, büyük her Müslümanı doğrudan doğruya Resûlullah’ın sevgisine götüren Ehl-i sünnet âlimleri ve kitapları bu bereketlerin senetleridir.
Mûsâ
aleyhisselâmın annesi onu bir sandığın içine koyup Nil Nehrine bıraktı.
Nehir üzerinde akıp giderken akıntı onu Firavun’un sarayına doğru
sürükledi. Firavun’un hanımı Âsiye, sandığı görerek yakalayıp saraya
götürdü. Sandığı açıp içinde nûr topu gibi bir çocuk görünce onu cân u
gönülden sevip;”Aman bunu öldürmeyiniz. Belki büyür de işimize yarar,
yâhut onu oğul ediniriz.” dedi. Onu emzirmek için pekçok süt analar
getirtti.. Mûsâ aleyhisselâm hiçbirisinin memesini almadı. Annesi,
çocuğunun Firavun’un sarayına alındığını ve süt annesi arandığını
öğrendi. Süt annesi olabileceğini söylemesi için kızını yâni hazret-i
Mûsâ’nın kardeşini gönderdi. Kardeşi saraya gidip; ”Size bu çocoğu
emzirecek, onu güzel yetiştirecek bir hanımı haber vereyim mi?” dedi.
Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâmın annesini getirttiler. Mûsâ
aleyhisselâm onun memesini aldı ve bunun üzerine Firavun’un hanımı
Âsiye onu süt anneliğine kabûl etti. Böylece kimsenin haberi olmaksızın
kendi oğlunu Firavun’un sarayında emzirip büyüttü. Mûsâ aleyhisselâm
Firavun’un sarayında büyüdükten sonra sarayı terkedip akrabâsının ve
büyük kardeşi Hârûn’un yanına gitti. Bir gün gördü ki;
İsrâiloğullarından biriyle bir Kıbti kavga ediyor. Hazret-i Mûsâ
aralarına girip ayırmak için Kıbtiyi itip hafifçe göğsüne vurdu. Kıbti
yere düşüp öldü. Hazret-i Mûsâ elinden böyle bir kazâ çıkmasına üzüldü.
Firavun’un şerrinden çekinip, Mısır’dan ayrılarak Medyen’e gitti. Orada
peygamber olan Şuayb aleyhisselâmla buluşup, on sene Medyen’de kaldı ve
Şuayb aleyhisselâmın kızıyla evlendi. Daha sonra Mısır’a gitmek üzere
Medyen’den ayrıldı. Tur Dağına geldiği sırada mekânsız olarak Allahü
teâlâ ile konuştu. Kendisine ve kardeşi Hârûn aleyhisselâma
peygamberlik verildi. Elindeki asânın yılan olması mûcizesi ve eline
koynuna sokup çıkarınca bembeyaz olup, ışık yayması mûcizeleri verildi.
Sonra da Kur’ân-ı kerim’de meâlen şöyle vahyedildiği bildirilmektedir:
”Bu iki mûcize Firavun ve adamlarına karşı Rabbinin iki delilidir.
Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir. Firavun’a git, doğrusu o
azmıştır.” (Kasas sûresi: 32-33)
Firavun’un
cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından Kızıldeniz kenârında
kumlar arasında bulunarak İngiltere’ye götürülmüştür. Hâdisenin olduğu
zamandan bugüne kadar üç bin yıl geçmiş olmasına rağmen, Firavun’un
vücudu bozulmamış hâliyle secde eder vaziyette Londra’daki meşhur
British Museum’da sergilenmektedir. (Bkz. Firavun) Mûsâ aleyhisselâm
Kızıldeniz’i geçtikten sonra, İsrâiloğullarını Ken’an diyârına doğru
götürdü. Yolda putperest bir kavmin yurduna uğradılar. Bu kavim öküz
sûretinde yapılmış bir puta tapıyorlardı. Onların bu hâlini gören
İsrâiloğulları onlara meyl ettiler. Hazret-i Mûsâ’ya; ”Yâ Mûsâ!
onların tanrıları gibi bize de bir tanrı yap.” dediler. Hazret-i Mûsâ
onlara; ”Siz câhil bir kavimsiniz. Allahü teâlâ size nimet ve kurtuluş
verdi. Allahü teâlâya iman ediniz, şirkten ve putlardan kaçınız.” diye
nasihat etti.Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma bir kitap indireceğini
vâdetmişti. Tûr Dağına çıkması bildirildi. Mûsâ aleyhisselâm, kardeşi
Hârûn’u (aleyhisselâm) yerine vekil bırakıp, kendisi Tûr Dağına gitti.
Kırk gün Tûr Dağında kalıp, ibâdet etti. Vâsıtasız olarak Allahü
teâlânın kelâmını işitti. Bu sırada Tevrât kitâbı nâzil oldu. Mûsâ
aleyhisselâm Tûr’da iken, Sâmiri adında bir münâfık İsrâiloğullarının
ellerindeki altınları topladı. Eriterek bir buzağı heykeli yapıp işte
sizin ilâhınız budur diyerek İsrâiloğullarını aldatınca, buzağıya
tapmaya başladılar. Hârûn aleyhisselâm her ne kadar nasihat ettiyse de
dinlemeyip, ona karşı çıktılar. Mûsâ aleyhisselâm Tûr’dan
dönünce, bu hâle çok gadaplanıp Sâmiri’yi reddetti ve yaptığı buzağı
heykelini yakıp denize attı. Sâmiri de insanlardan ayrı ve uzak, vahşi
bir şekilde, başkalarını ona yaklaşamadığı gibi, o da başkalarına
yaklaşamaz hâlde yaşadı. Bu hâlde bulunan Sâmiri sahrâda perişan bir
hâlde helâk oldu. Hârûn aleyhisselâma bu durumu sorunca; ”Nasihat
ettim dinlemediler. Az kaldı beni öldüreceklerdi.” dedi. Böylece
hazret-i Mûsâ’nın gadabı geçti. Onlara, kendisine Tevrât’ın
indirildiğini bildirdi. İsrâiloğulları da Tevrât’ta bildirilen
hükümlerle amel etmeye başladılar. Putlara tapmaktan
vazgeçtiler.Şirkten kurtulup, Allahü teâlâya imân ve şbâdet ettiler.
İsrâiloğulları Tih sahrasında kaldıkları sırada Mûsâ aleyhisselâmın
bildirdiklerine uymayıp yine taşkınlık gösterdiler. Mûsâ
aleyhisselâmdan çeşitli isteklerde bulundular. Allahü teâlâ Mûsâ
aleyhisselâmın duâsı üzerine, Tih Sahrasında susuz kalan
İsrâiloğullarına su ihsân etti. Allahü teâlânın emriyle Mûsâ
aleyhisselâm asâsını yere vurup, on iki tâne pınar fışkırıp
İsrâiloğulları içtiler.
Allahü
teâlâ onlara”Selva” denilen bıldırcın eti ve ”men” denilen kudret
helvası ihsân etti. Nihâyet; ”Biz bunları yemekten usandık, bakla,
soğan gibi hubûbat ve sebze isteriz” dediler. Bu nimetlere karşı
nankörlük yapan İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmın Ken’an diyârında
bulunan Cebbâr (zâlim) kavimlerle harp etmeleri isteğini de kabul
etmediler. Mûsâ aleyhisselâma; ”Sen ve Rabbin cebbârlara karşı gidip
savaş edin.” dediler. Mûsâ aleyhisselâmın akrabâlarından olan Kârûn,
Mûsâ aleyhisselâma karşı iftirâda bulunduğu için malları ve servetiyle
yerin dibine battı. İsrâiloğulları böyle taşkınlıklar gösterdikleri
için Allahü teâlâ onları kırk sene müddetle Tih Sahrâsında kalmakla
cazâlandırdı. Kırk sens müddetle Tih Sahrâsında şaşkın ve perişan bir
hâlde dolaşan İsrâiloğulları, perişan hâlde telef oldular. Nihâyet
aradan epey bir zaman geçip İsrâiloğullarının çocukları itâatkâr ve
savaşacak bir tarzda yetiştiler. Bu sırada Hârûn aleyhisselâm da vefât
etti. Mûsâ aleyhisselâm, İsrâiloğullarını alıp, Lût gölünün güney
tarafına getirdi. Buradan da hareket ederek Üç bin Unk adında zâlim bir
kralın ordusu ile savaş yapıp gâlip geldiler. Böylece Şeria Nehrinin
doğusuna sâhip oldular. Eriha şehrinin karşısındaki dağa çıktılar.
Buradan Ken’an diyârı gözüküyordu. Bu sırada yüz yirmi yaşında bulunan
Mûsâ aleyhisselâm vefât etti. Mûsâ aleyhisselâmın nerede vefât ettiği
ve kabrini nerede olduğu husûsunda muhtelif rivâyetler vardır. Kudüs
civarında veya Nebû Dağında olduğu bu rivâyetlerdendir. Hazret-i
Mûsâ’nın şeriatı (bildirdiği dini) hazret-i İsâ’nın gönderilmesine
kadar devâm etti. İkisi arasında gelen peygamberler hep Mûsâ
aleyhisselâmın şeriatı ile amel etmekle mükellef oldular.
İsrâiloğulları daha sonra Tevrât’ı değiştirip hak dinden uzaklaşıp
yetmiş bir fırkaya ayrıldılar. Bunlara Yahûdiler denilmiştir.
Mûsâ
aleyhisselâmın mûcizeleri:
1-Asâsının
ejderhâ (büyük yılan) olması.
2-Yed-i Beydâ: Sağ
elini koynuna sokup
çıkarınca, güneş gibi parlaması. Bu nûru gören düşmanları kaçışırlardı.
3-Kavmiyle Kızıldeniz’in kenarına gelince
asâsını
vurup denizde yol
açması.
4-Tih sahrâsında kavminin susuz kalıp, su
istemeleri
üzerine
asâsını bir taşa vurup Beni İsrâil’in kabileleri adedince, on iki pınar
akıtması.
5-Firavun ve KIbti kavmi İsrâiloğullarına
zulüm
ettiği ve
Mûsâ aleyhisselâma inanmayıp isyân ettiklerinde, Allahü teâlâ hazret-i
Mûsâ’ya tûfân mûcizesini vermiştir. Çok şiddetli yağmur yağdı. Öyle bir
karanlık ve fırtına oldu ki, kimse evinden dışarı çıkamadı. Ayın ve
güneşin ışığı görünmez oldu.. Kıbtilerin evlerini su bastı. Ayakta
durur oldular. Su boğazlarına kadar yükseldi. İsrâiloğullarının
evlerine ise bir damla su girmedi. Firavun ve Kıbti kavmi, bu belânın
kaldırılmasını ve iman edeceklerini söylediler. Kaldırıldı fakat yine
imân etmediler ve başka belâlara dûçâr oldular.
6-Kıbti kavminin
ekinlerini, meyvelerini ve giydikleri elbiselerini, evlerinin
tavanlarını yiyen çekirge sürülerinin istilâsına uğramaları mûcizesi.
Bu çekirgeler İstâiloğullarına hiç dokunmayıp, Firavun’un kavmi
Kıbtilere musallat olmuştur.
7-Kumnel yâni bit ve ekin böceği denen
haşeratın Mûsâ aleyhisselâmın mûcizesi olarak kibtı kavmine musallat
olması.
8- Kurbağa mûcizesi, Kıbti kavmi her belâya
tutuldukça, belâ
kaldırıldığında iman edeceklerini söylemelerine rağmen, sözlerinden
vazgeçmeleri üzerine üst üstüne belâya tutuldular. Kurbağaların
istilâsına uğramaları da şiddetli belâlardan biridir. Kurbağalar,
yiyeceklerine, içeceklerine düşer, kalırdı. Bir söz söylemek isteseler
ağızlarını açarken birkaç küçük kurbağa ağızlarından midelerine
girerdi. Geceleri üzerinde toplanan kurbağaların seslerinden
uyuyamazlardı. Firavun, bu belâ kaldırıldığı takdirde, iman edeceğini
söylemesine rağmen, belâ kalkınca yine iman etmedi.
9-Kan belâsı.
Mısır’da bulunan bütün sular, Kıbtilerin kaplarına doldurulurken kan
hâlini alırdı. Böylece susuzluktan çâresiz kalmışlardı.
İsrâiloğullarına ise böyle bir şey olmazdı.
10-İsrâiloğullarından biri
öldürüldüğü vakit kimin öldürdüğü bilinemeyince, Mûsâ aleyhisselâmın
duâsı ile dirilip, kendisini öldüreni haber vermiştir.
11-Mûsâ
aleyhisselâm kavmiyle Tih çölüne geldiği zaman, kavminin yiyeceği
kalmadığı için, Mûsâ aleyhisselâma gelerek çoluk-çocuğumuzla açlığa
dayanamıyoruz, dediklerinde Mûsâ aleyhisselâm Allahü teâlâya duâ etti.
Kudret helvası ve bıldırcın kebabı indi. Her ne zaman isteseler
önlerinde hazır olurdu.
12-Hazret-i Mûsâ’nın duâsı ile kuraklıktan
kavrulup kuruyan ekinler, otlaklar ve meyveler eski hâlini
almıştır.
13- Hazret-i Mûsâ Tih sahrâsında bulunan
İsrâiloğullarının
durumunu merak edince bir kurt gelip onların hâllerini haber vermiştir.
14-Hazret-i Mûsâ’nın duâsıyla sarı
dikenler altın
olmuştur. Malı ve
zenginliğiyle gururlanıp isyân etmesinden dolayı malı ve mülkü ile
birlikte tere batırılan Kârun, bu mûcize karşısında âciz kalıp, hased
ederdi.
15-Yolculukta hazret-i Mûsâ’ya uzun
mesâfeler
kısalır, kısa
zamanda çok uzak mesâfeleri katederdi.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Nuh
aleyhisselâm kavmine kendilerine peygamber olarak gönderildiğini,
putlara tapmaktan, haksızlıktan ve zulümden vazgeçip, Allahü teâlâya
iman edip, o’nun emirlerine uymalarını bildirdi. Fakat zulüm ve
zorbalığa alışmış ve başkalarını tahakküm altına almak isteyen insanlar
inanmadılar ve ona düşman oldular. Nuh aleyhisselâm onlara
nasihat ederek: ”Ben size doğru yolu göstermek,zulmü kaldırıp, adâleti
yaymak için Allah tarafından gönderildim. Herkesin putlara tapmaktan
vazgeçip bir olan Allah’a ibâdet etmesini, kulluk yapmasını
bildiriyordum” dedi.Kavmiyse bu davete inanmayarak emirlerine
uymamakla ve sapıklıklarıda ısrar ediyordu. Çok az kimse imân etmişti.
Fakat Nuh aleyhisselâm tebliğ vazifesini yapıp, kavmini yılmadan,
yorulmadan devamlı sûrette Allah’a imân ve kulluk etmeye çağırıp, isyan
ederlerse azâba yakalanacaklarını bildiriyordu. Kavmi ise bu dâvete
uymadıkları gibi, Nuh aleyhisselâmı kendilerine doğruyu, hakkı
anlatırken dinlememek için elbiseleriyle başlarını kapatıyorlardı. Bir
tarafdan da ona inananlara zulüm ve işkence yapıyorlardı. Hazret-i
Nuh’un dâveti, günden güne uzaktan yakından duyuluyor, her yerde ondan
bahsediliyordu. O’na imân etmeyenlerse bundan endişe duyuyor ve
düşmanlıklarını safha safha artırıyorlardı. Nuh aleyhisselâm gittikçe
azan kavmine ”Ben size zor ve güç bir teklif yapmıyorum. Puta
tapmaktan vazgeçip Allahü teâlâya ibâdet ediniz. Sizlerin herbir grubu
başka bir gruptan korkuyor zulüm görüyorsunuz ve zulmediyorsunuz.
Allah’tan korkunuz zulmedenlerden ve mazlumlardan olmayınız.” diyordu.
Yılar sürüp gidiyor, Nuh aleyhisselâm ise tebliğ vazifesini devamlı
olarak yapıyordu. Çok az kimse imân etmişti. Diğer insanlarsa iş sâhibi
zorbalar, kötü işlerle uğraşan kimseler veya düşkünlük içinde hayat
süren zelil, esir ve muhtaç kimselerdi. Her geçen gün daha bedbahtlaşan
bu insanlar, bir türlü fitne, fesat ve sapıklıktan el çekmiyorlardı.
Nuh aleyhisselâm böylesine düşmüş olan insanlara acıyor, şefkat ve
sabırla onları kurtarmaya çalışıyordu. Onlar ise bunu idrak edemeyip
karşı çıkıyorlar, hazret-i Nuh’u taşa tutuyorlar, onu şehirden
kovuyorlar, evini harap ediyorlar, sapıklıkla itham ediyorlardı. Bir
türlü kötülüklerini anlayıp, azgınlıktan vazgeçmiyorlardı. İsyanları
sebebiyle Allahü teâlâ onlara gadap etti. Senelerce yağmur yağdırmadı.
Malları, hayvanları helak oldu. Bağları bahçeleri kuruyup, servetleri
kayboldu, nesilleri kesildi. Son derece muhtaç ve fakir hâle düştüler.
Onların bu hâli karşısında Nuh aleyhisselâm; ”Ey kavmim başınıza gelen
bunca belâlar günahlarınız sebebiyledir. Putlara tapıp, Allah’a ibâdet
etmekten kaçındığınız için Allahü teâlâ size gadap etti. Bu sebeple
yağmurlar kesildi. Büyük sıkıntılara düştünüz. Ama Rabbinizden
günahlarınızın bağışlanmasını isteyin, sizi affedip üzerinize rahmet
yağmuru göndersin. Size mallar ve evlatlar ihsan ederek şmdat etsin.
Nihâyet bir gün ölüp kabre gireceksiniz. Rabbiniz sizi bir müddet
kabirde beklettikten sonra diriltecek ve amellerinizin cezâsını ve
mükâfâtını verecek.” diyerek daha birçok husûsu iyice anlatıp onlara
ehemmiyetle nasihat etti. İsyandan vaz geçmezlerse daha ağır azaplara
düşeceklerini bildirdi.
Nuh aleyhisselâmın son olarak söylediği bu sözlerine de uymayan insanlar; ”Ey Nuh, uzun yıllardan beri bu sözleri söylüyorsun. Şimdi de kuru bir çöl ortasında büyük bir gemi yaptın. bizi tufanla korkutuyorsun biz sana da söylediklerine de inanmıyoruz.” dediler. Nihâyet bir müddet sonra geminin yapımı tamamlandı. Hazret-i Nuh’un yaptığı ve üç katlı olduğı rivâyet edilen bu geminin ateş yanarak kazanı kaynayıp hareket ettiği (Buharlı bir gemi olduğu) Kur’ân-ı kerim’de açıkça bildirilmektedir. Hûd sûresi, 40 âyet-i kerimesinde meâlen buyruldu ki: ”Nihâyet helak etme emrimizin azâbımızın vakti geldiği, tennûrun (fırının) taşıp fışkırdığı (yâhut gemi kazanının kaynadığı) zaman biz Nuh’a şöyle emreyledik ki, kendisinden faydanılan hayvanların her cinsinden erkek ve dişi birer çift hayvanı gemiye koy. Üzerlerine boğulma emri takdir edilenler hâriç âile halkında bir de imân edenleri gemiye yükle. zâten Nuh’a imân edenler pek az idi.” Gemiye binecekler hazır olunca hazret-i Nuh onlara, Allahü teâlânın ismiyle gemiye binmelerini söyledi. Bütün müminler, o azgın kâfirlerin gözleri önünde Hazret-i Nûh ile gemiye bindiler. Nitekim Kur’ân-ı kerim’de meâlen buyruldu ki: ”Nuh (aleyhisselâm) gemiye bineceklere; ”Allahü teâlânın ismiyle girin ki, geminin yürümesi ve durması Allahü teâlânın irâdesiyledir. Benim Rabbim, müminleri mâğfiret edici ve merhametiyle tufân belâsından kurtaracıdır.” dedi.” (Hûd sûresi:41) Yine Kur’ân-ı kerim’de meâlen buyruldu ki: ”Ey Nuh sen ve berâberindekiler gemiye yerleşince; ”Bizi zâlim (kâfir) milletten kurtaran Allah’a hamd olsun. Rabbim, beni hareketli bir yere indir sen, indirenlerin en hayırlısısın.” de.” (Mü’minin sûresi28-29) Nuh aleyhisselâm her hayvandan birer çift alıp, imân edenlerle birlikte gemiye yerleştikten sonra, gökten çok şiddetli bir yağmur yağmaya ve yerden de sular fışkırmaya başladı ve her şey suya gark oldu. Sular dağları aştı. Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında kaldı. Nuh aleyhisselâm inanmayan putperest kavim boğularak helak olup gitti. Bu tûfan hâdisesi Kur’ân-ı kerim’de kamer sûresi 11 ve 12. âyette bildirilmektedir. Tûfan başladığı sırada Nuh aleyhisselâm imân etmeyen oğlu Yâm’a (Kenan), imân edip gemiye binmesini söyledi ise de oğlu; ”Dağa çıkar sudan kurtulurum.” deyip binmedi. Bir dalga gelip onu da boğdu. Boğulanlar arasında hazret-i Nuhûn hanımı da vardı. O da imân etmemişti. Tûfan altı ay devam etti. Altı ay sonra Allahü teâlânın meâlen; Ey arz! Suyunu yut ve ey gök suyunu tut.” (Hûd sûresi 44) emriyle yağmur kesilip sular çekildi. Nuh aleyhisselâmın gemisi Muharrem ayının onunda aşure günü Irak’ta Cûdi Dağı üzerine oturdu. Bundan sonra insanlar Nuh aleyhisselâmın üç oğlundan türedi. Bu bakımdan Nuh aleyhisselâma ikinci Âdem denildi. Nuh aleyhisselâm bin yaşında vefât etti. Nuh aleyhisselâmın Sâm adlı oğlundan Arap, Fars ve Rum kavmi, Hâm adlı oğlundan ise Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, diğer oğlu Yâfes’ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Nihâyet insanlar zamanla çoğalıp, Asya’ya, Avrupa’ya, Okyanusya’ya ve Berring (Behreng) Boğazından Amerika’ya geçerek bütün yeryüzüne yayıldılar. Nuh aleyhisselâm Kur’ân-ı kerim’de şekür (çok şükreden kul) sıfatıyla anılmış olup, birçok âyet-i kerimede ondan bahsedilmektedir. Ayrıca Kur’ân-ı kerim’deki sûrelerden biri de Nuh sûresi olup, bu sûrede Nuh aleyhisselâmdan bahsedilmektedir. Ülü’lazm peygamberler arasında Neciyullah (Allahü teâlâya karşı devamlı olarak teveccühte ve münâcaatta bulunup, ilâhi feyzleri alan) denilen Nuh aleyhisselâm hakkında Peygamber efendimiz hadis-i şeriflerde buyurdu ki: ”Melek-ül mevt (Azrail aleyhisselâm) Nuh’a (aleyhisselâm) geldiğinde dedi ki: ”Ey Nuh ey peygamberlerin en büyüğü (en yaşlısı), ey uzun ömürlü ve ey duâsı kabul olunan! Dünyâyı nasıl gördün?” Nuh (aleyhisselâm) dedi ki: ”Şüyle bir kimse gibi ki, kendisine iki kapısı olan bir ev yapılmış da birinden girmiş diğerinden çıkmıştır.”
Mûcizeleri:
3-Susuz yerlerden su çıkarırdı.
4- İşâretiyle ağaçlar kökünden sökülüp başka yere geçerdi.
5- Duâsıyla kuru ağaçlar hemen meyve verirdi.
6- Duâsıyla bulutsuz olarak yağmur yağardı.
7- Kum, toprak, kil gibi şeyler, onun duâsıyla yiyecek maddeleri hâline gelirdi. Gemisi Cûdi Dağının üzerine oturunca, insanlar açlıktan kurtulmak için yiyecek isteklerinde duâ edince bir miktar toprak ve kum yitecek hâline geldi ve bunu yediler.
8-İmân ederek gemisine girip tufandan kurtulan insanlar çok az olmasına rağmen, onun duâsıyla çok kısa zamanda çoğalarak arttılar.
9-Eliyle yere diktiği bir ağaç fidanı o anda çeşitli renklerde meyve verdi.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Semûd kavmine gönderilen peygamber. Hazret-i Âdem’in on dokuzuncu batından torunudur. Hûd aleyhisselâmın peygamber olarak gönderildiği Ad kavmi, isyânları sebebiyle büyük bir azaba düşüp, helâk olmuştu. İmân ettikleri için bu azabtan kurtulan insanlar ise kendilerine yeni yurtlar kurmak üzere çeşitli bölgelere dağıldılar. Bu dağılan insanlardan bir kısmı Semûd denilen kimsenin evlatlarıdır. Semûd kavmi, Şam ile Hicaz arasındaki Hicr denilen bölgede yerleşmişti. Bu sebeble ”Eshâb-ül-Hicr” de denilen bu kavim, gün geçtikçe çoğalıp büyüdü. Dokuz kabileden meydana geldi. Çok çalışıp, bağlar, bahçeler yetiştirdi. Çöllerin kuru sıcağından kurtulup, dağları oyarak tepelere saraylar, ovalara köşkler kurdular. Sanatta ve servette iyice ilerlediler. Ancak, zevk ve safâya düşüp daha önce kendilerine Hûd aleyhisselâm tarafından bildirilen, hak dinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladılar. Kabile reislerinin de zulme ve haksızlığa başlamaları üzerine, gittikçe çözülen, Semûd kavmi, nihâyet ağaçtan ve taştan putlar yapıp tapmaya başladılar. Saptıkları kötü yolda sürüklenerek, tevhid esâsından, Allahü teâlâya imân etmekten tamâmen uzaklaştılar. Câhil ve azgın bir kavim oldular. Sâlih aleyhisselâm, bu kavim arasında herkesle iyi geçinen, fakirlere yardım eden, zayıfları koruyan ve üstün ahlâkıyla sevilen bir zâttı. Kırk yaşlarına geldiği sırada, Allahü teâlâ onu Semûd kavmine, doğru yolu göstermek üzere peygamber olarak gönderdi. Sâlih aleyhisselâm kavmini imâna dâvet edip, putlara tapmaktan, zulümden ve diğer bütün kötülüklerden uzak durmalarını ısrarla söyledi. Kavmine; ”Gerçekten ben size gönderilen güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun, bana itâat edin.” diyerek dâvetini açıkladı.Sâlih aleyhisselâmın bu dâveti karşısında pek az kimse imân etti. Kavmin çoğunluğu imân etmemekte direndi. Servetlerine güvenen, zevk ve safâ içinde kendinden geçip, zulme başvuran inkârcılar, Sâlih aleyhisselâma; ”Sen de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsin!” diyorlar, onu, ”büyülenmiş, yalancı” sayıyorlardı. Sâlih aleyhisselâm ise kavmini imâna davet etmeye devam ediyor ve şöyle diyordu:
Sâlih
aleyhisselâmın bu şarttan maksâdı; dağdan gelen pınar suyunun az olması
ve zagın insanların sâhiplenmesi sebebiyle zor durumda kalan kimselere
yardımcı olup, devenin hissesi olan suyu fakir ve zayıflara vermekti.
Sâlih aleyhisselâm onlara; ”Benimle sözleştiğinizi unutmayın, şâyet
deve çıkınca ona bir zarar verirseniz ve verdiğiniz sözlerde
durmazsanız acı bir azâba uğrarsınız.” dedi. Semûd kavmi; ”Sen deveyi
çıkar, her istediğini kabul edeceğiz. Aksine bir iş yaparsak azâbı da
kabul ediyoruz.” dediler. Nihâyet devenin çıkmasını istedikleri dağın
kayalıkları önünde toplanıp, beklemeye başladılar. Sâlih aleyhisselâm
böyle bir mûcize vermesi için Allahü teâlâya duâ etti ve duâsı kabul
oldu. Kaya yarılıp, arasından istedikleri gibi bir deve çıktı. Deve,
iki yana dizilip hayret ve şaşkınlıktan donakalan Semûd kavmi arasından
salına salına yürümeye başladı. Sonra da bir yavru doğurdu. Bu mûcizeyi
görenlerden bir kısmı imân etti. Diğer bir kısmı ise menfaatlerinin ve
zulümlerinin ortadan kalkacağını görerek bir türlü imân etmediler.
Sâlih aleyhisselâm onlara sözlerinde durmalarını, aksi takdirde ağır
bir azâba düşeceklerini söyledi. Fakat inad ve inkârdan vazgeçmediler.
Suyun taksimi işi de kendilerine ağır gelip kendilerine göre çâreler
aramaya başladılar. Mûcize olarak kayadan çıkan deve, yavrusuyla
birlikte her tarafı dolaşıyor, su içme nöbeti olduğu gün de suyun
başına gelip suyu tamâmen içiyordu. Su içmesi de ayrı bir mûcize olup
tonlarca su içiyor, su vücûdunda kayboluyordu. Suyu içip bitirince, su
çıkan yerde oturuyordu. İmân edenler, ondan bir kabiliye yetecek kadar
bol süt sağıyorlar, sütten içeyor ve yiyecekler yapıyorlardı. Böylece
inananların imânı kuvvetlenir, inkârcıların kinleri artardı. Bu mûcize
karşısında âciz kalan Semûd kavmi deveyi öldürmeyi plânlıyordu.
Nitekim, Sâlih aleyhisselâmın nasihat edip, imân etmeye çağırdığı bir
sırada, onlar, su içmekte olan deveyi göstererek; ”Güyâ şu deveyi
öldürsek biz helâk olacakmışız! Onu öldürelim de gör!” dediler.
Nihâyet çeşitli plânlar kurarak deveyi öldürdüler. Sonra da Sâlih
aleyhisselâma; ”İşte deveyi öldürdük. Eğer sözledişin gibi bir
peygambersen sözlediğin azâbı getir.” dediler. Sâlih aleyhisselâm bu
azgın kavme şefkat ve merhâmetle nasihat edip; ”Ey kavmim! Nedir bu
yaptığınız? Sizin için bir imtihan vesilesi olan deveyi de öldürdünüz.
İnkârda ve günâhkarlıkta ısrar ettiniz. Buna rağmen tövbe kapısı
açıktır. Neden azâbın gelmesini istiyorsunuz, tövbe ediniz!” dedi. Bu
son dâvete de sert cevaplar veren Semûd kavmi, Sâlih aleyhisselâmı,
âilesini ve imân edenleride öldürmeyi plânlamaya başladılar.
Sâlih
aleyhisselâm bu azgın kavme şöyle dedi: ”Yurdunuzda üç gün daha kalın,
birinci gün yüzünüz sararacak, ikici gün kızaracak, üçüncü gün
siyahlaşacak, dördüncü gün ise üzerinize azâb gelerek sizi helâk
edecektir!” Sâlih aleyhisselâmın söylediği bu günler gelip
çattı. Bu sırada Semûd kavmi Sâlih aleyhisselâmı ve inananları öldürme
teşebbüsüne giriştiler. Onlar harekete geçmeden, Cebrâil aleyhisselâm
gelip, durumu Sâlih aleyhisselâma bildirdi. Sâlih aleyhisselâm da imân
edenlerle birlikte oradan uzaklaşıp gitti. Birinci günde bâzı hâller
zuhûr etti. Devenin bastığı yerlerde kanfışkırdığı, ağaçların
yapraklarının kızardığı, kuyu suyunun kan renginde ve insanların
yüzlerinin sapsarı olduğu görüldü.İkinci gün de Semûdluların yüzleri
kana boyanmış gibi kıpkırmızı oldu. Bu belirtileri gören Semûdlular
azâbın geleceğini kanâat getirip feryât ettiler. Yüzlerinin
siyahlaştığı üçüncü gün, evini sarıp hücum ettikleri Sâlih
aleyhisselâmın, şehirden çıkıp gittiğini anladılar. O gün, gece
yarısından sonra, sabaha karşı şiddetli bir sarsıntı ve dağlardan
fışkıran ateş ile Semûd kavminin yurdu altüst oldu. Sayhanın
(sarsıntının) şiddetinden hepsinin ödleri patladı. Hepsi helâk olup
gittiler. Bundan sonra da yurtları hiç mâmur edilmedi. Sanki hiç insan
yaşamamış bir yer hâlini aldı. Semûd kavmi helâk edildikten sonra Sâlih
aleyhisselâm, imân edenlerle birlikte gelip, yerle bir edilen şehre
ibretle bakarak; ”Ey kavmim! Sizden hiçbir ücret istemeden, sizi
sâdece Allahü teâlâ imân etmeye dâvet ettim ve bunu size nice
nasihatlar yaptım. Fakat siz dinlemediniz. Sonra bu azâba uğradınız!”
dedi.Sâlih aleyhisselâm, kavminin helâkinden sonra kendisine imân
edenlerle birlikte Mekke’ye veya Şam taraflarına gitti. Remle
kasabasına yerleşti. Hadramût tarafına gittiğine dâir rivâyetler de
vardır. Kur’ân-ı kerimin değişik âyet-i kerimelerinde Sâlih
aleyhisselâmdan ve kavminden bahsedilmekte olup, Semûd kavminin helâk
edilişi meâlen şöyle bildirilmektedir. Semûd kavmine gelince: Biz
onlara doğru yolu gösterdik de onlar, körlüğü (câhillik ve sapıklığı)
hidâyete tercih ettiler. Bunun üzerine onları, kazandıkları
(işledikleri) günâh yüzünden şiddetli azap yıldırımı yakalayıverdi.
İmân edip de azâbımızdan korkanları ise kurtardık. (Fussilet sûresi:
17- 18)
Mucizeleri
1- Kayadan
deve çıkartması.
2- Sâlih
aleyhisselâmın kavminin bulundukları yerde hamt denilen
meyvesiz ağaçlardan başka ağaç yoktu. ”Hak peygambersen, bu ağaçlar
meyve versin!” diye kendisine mûcize teklifinde bulundular. Sâlih
aleyhisselâm duâ edince, bu ağaçların hepsi çeşit çeşit meyveler verdi.
3- Sâlih aleyhisselâmın duâsı bereketiyle
büyük
taştan su çıkmıştır.
4- Sâlih aleyhisselâmın çadırına ateş
tesir
etmemiştir. Şöyle ki, kavmi
koyuncu idi. Senenin bâzı aylarını sahralarda, yaylalarda çadır kurarak
geçirirlerdi. İmân etmeyenlerden biri, gizlice Sâlih aleyhisselâmın
çadırını ateşe verince, çadır yanmağa başladı. Bunun üzerine kavminden
kâfir olanlar; ”Hak peygamber isen, çadırındaki yangını söndür!” diye
alay etmeye, eğlenmeye başladılar. Hazret-i Sâlih, yangının sönmesi
için duâ edince, kendi çadırı kurtulup, ateş kâfirlerin çadırlarına
geçti ve hiçbir çadır kalmayıp, içindeki eşyâlarla berâber, yanıp kül
oldu.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Süleymân aleyhisselâm, Akabe Körfezinden Fırat kenarına kadar, kırk sene adâletle hüküm sürdü.Diğer hükümdârlar da kendisine bağlılıklarını bildirdiler. Ticâret gemileri yapıp, Kızıldeniz ve Umman Denizinde ticâret yaptırdı. Rüzgâr onun emrine verilmişti. Rüzgâra bibip dilediği yere tahtıyla birlikte kısa zamanda giderdi. Makâmına oturduğunda ve meclis kurduğunda kuşlar üzerine gelip, kanatlarını yanyana gererek bir bulut gibi gölge yaparlar, güneş ve yağmurdan korurlardı. Süleymân aleyhisselâm, beyaz tenli, güzel, nûr yüzlü, saçı sakalı gür olup, beyaz elbise giyerdi. Çok edebli, hep Allah’tan korkar, alçak gönüllü, yüksek şanlıydı. Miskin ve fakirlerle oturur; ”Miskinin miskinlerle oturması uygundur.” buyururdu. Ömrünün son ânına kadar Allahü teâlânın takdir ettiği izzetle insanları doğru yola sevk etti. Herkes tarafından sevilmiş olup, hiç kimse onun söylediklerine itiraz etmiyor ve onun emri dışına çıkmıyordu. Süleymân aleyhisselâm, bir gün yapılmakta olan büyük bir sarayın inşâsını kontrol etmeye gitmişti. Bu binâ bir su kıyısında çok heybetli bir saraydı. Ustalar işciler, cinler, sarayın tamamlanmasıyla meşguldüler. Sarayın balkonuna çıkıp, kendisini yanlız bırakmalarını, hiç kimsenin yanına yaklaşmamasını emretti. Sonra da balkonun kenarına âsasını (bastonuna) dayanıp durdu ve etrâfı seyrederek tefekküre başladı. Bu sırada ömrü bitip, eceli gelmişti. Azrâil aleyhisselâm gelip; ”Şu an dünyâdaki hayâtının son ânıdır.” dedi. Süleymân aleyhisselâm: ”Allahü teâlânın takdiri her ne ise o haktır. Rabbime hamdolsun ki, aslâ kimseye zulmetmedim. Rabbimin emrine itaat etmekte gecikmedim. Herkesin dönüşü Allahü teâlâyadır. Görevlendirildiğin emri yerine getir.” dedi. Süleymân aleyhisselâm asâsına dayandığı halde ayakta vefât edip, uzun bir müddet öylece kaldı. Saray inşâsında çalışanlar ise her gün işlerine muntazaman devâm ediyor, halk da oraya gelip gidiyordu. Süleymân aleuhisselâmı uzakta, ayakta durur vaziyette görüyorlardı. Fakat vermiş olduğu emir üzerine hiç kimse yanına yaklaşmıyordu. Nihâyet asâsının yere temas eden kısmını güve kurdu yiyip asâ kırılınca, cesedi yere yıkıldı. O zaman bu hâlini görenler vefât ettiğini anladılar. Bu husus Kur’ân-ı kerimde Sebe sûresi 14. âyette bildirilmektedir. Süleymân aleyhisselâm her yere hükmettiğinden, zamânında herkes imân etmiş, yeryüzündeki pek az imânsız kimse kalmıştı. Vefâtından sonra, İsrâiloğullarının arasındaki birlik bozuldu, İlyas ve Elyesa aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiler. Kur’ân-ı kerimde Bakara 102; Nisâ 163; En’âm 84; Enbiyâ 81,82; Sebe 12, 21; Neml 15’ten 44’e kadar; Sad 30’dan 40’a kadar olan âyetler Süleymân aleyhisselâm hakkındadır. Süleymân aleyhisselâm, Mescid’i Aksâ’ya Mûsâ aleyhisselâmdan beri nesilden nesile geçerek gelen, Tevrât’ın içinde bulunduğu Ahid sandığını (Tâbût-i Sekineyi) koydu. Çünkü Mûsâ aleyhisselâm, ümmetinin âlimlerinden, Tevrât’ın Ahid sandığına konularak muhâfaza edilmesini istemişti. Bu durum Mescid-i Aksâ’nın Buhtunnasar tarafından yıkılmasına kadar devâm etti. Buhtunnasar, Kudüs’ü alınca, şehri yakıp yıktı. Mescid-i Aksâ’da bulunan altın, gümüş ve diğer mücevherleri alıp Bâbil’e götürdü. Buhtunnasar’ın Kudüs’ü yağmalaması esnâsında, hakiki Tevrât ve Zebûr yakılıp yok edildi. Muhtelif kimselerin hatırlarında kalan âyetlerini yazmaları neticesinde, Tevrât isminde birbirlerini tutmayan çeşitli risâleler ortaya çıktı.
Mûcizeleri:
1-Sebe
sûresi on ikici âyetinde bildirildiği üzere, rüzgârlar emri altındaydı.
2-Süleymân aleyhisselâm denizi geçmek
istediği
zaman, suyu çekilerek
yol açalır, geçtikten sonra yine kapanırdı.
3- Âyet-i kerimede bildirildiği üzere, bütün
cinniler emrindeydi. Ne
zaman istese, kendisine, büyük büyük köşkler, sûretler, çanaklar, sâbit
çömlekler, tencereler yaparlardı.
4-Süleymân aleyhisselâmın bir mührü vardı.
Üzerinde
ism-i âzam duâsı
yazılıydı. O duâ ile her istediği kolay olurdu.
5- Karıncalara varıncaya kadar her
hayvanın sesini işitir,
dillerini anlardı.
6-Nereye gitmek istese, rüzgâr emride
olduğından,
kürsüsünü kaldırır,
kürsüsünü berâberinde götürürdü.
7-Cinniler vâsıtasıyla denizdeki incileri,
cevherleri yerde bulunan
defineleri bilirdi. Kendisine Allahü teâlâ tarafından bildirilmeyen
birşey yoktu.
8-Neml Vâdisinde, maiyetiyle berâber bir
dağ üzerine
konup, kaldığı
esnâda o dağın yeşillik, çimenlik olması için, mübârek ellerine bir
miktar su alıp, avucuyla o dağa serpti. Derhâl dağın üzeri çayırlık
çimenlik oluverdi.
9-Süleymân aleyhisselâm bir yere gittiği
vakit,
berâberinde duvarlar da
giderdi.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden olduğu rivâyet edilen mübârek zât. Şemsûn diye de zikr edilir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; ”Geçmiş zamanda Şem’ûn (Şemsûn aleyhisselâm) adlı bir peygamber vardı. Allahü teâlânın rızâsı için bin ay devamlı cihâd edip, silahını omuzundan çıkarmadı.” buyurdu. Eshâb-ı kirâm; ”Keşke bizim ömrümüzde uzun olsaydı da, biz de din uğrunda Allah için cihâd etseydik.” dediler. Bunun üzerine Kadr sûresi nâzil olup; ”Size verilen Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır (Bu gecenin sevâbı, bin ay cihâd etmenin sevâbında çoktur.) buyruldu. Yaşadığı şehrin hükümdarı onu yakalatıp, köşkünün önünde asılmasını emretti. Bunun üzerine Şem’ûn aleyhisselâm, Allahü teâlâ yalvarıp; Yâ Rabbi! Dünyâda yaşamayı, kâfirlerle senin yolunda cihâd etmek için isterim. Eğer bu isteğim kalpten ve samimiyse beni kurtar.” diyerek duâ etti. O anda bir melek gelip bağı çözdü. Şem’ûn aleyhisselâm kurtulunca, kendisine eziyet eden hükümdarı, adamlarını ve kendi hanımını cezâlandırdı. İnsanları hak yola dâvete devâm etti. Ona inanmayanlarla tek başına cihâd (harp) etti. Çok ganimet elde etti. Cihâd ederken susadığı zaman Allahü teâlâ onun için taştan gâyet lezzetli bir su akıtırdı. Bu su o içip kanıncaya kadar akardı. Kendisine büyük bir güç ve kuvvet verilmişti.
İsâ
aleyhisselâmla Muhammed aleyhisselâm arasında yaşamış olan Şem’ûn
aleyhisselâm, İncil ehlindendi. İsâ aleyhisselâma indirilen, henüz
bozulmamış İncil-i şerife göre amel ederdi. Kavmiyse putlara tapardı.
Şem’ûn aleyhisselâm, Allahü teâlâyı inkâr eden ve putlara tapan sapık
kavimle cihâd (savaş) edip, onları imâna çağırdı. Çok güçlü ve cesûr
bir zât olan Şem’ûn aleyhisselâmı düşmanları türlü hilelerle şehit
etmek istediler. Hangi bağla bağladılarsa, o bağı kırıp kurtuldu.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Şit aleyhisselâmın dininin esasları, Âdem aleyhisselâmın bildirdiği dinin esaslarına uygundu. Şit aleyhisselâm ekseriyâ Şam’da ikâmet edip, insanlara, Allahü teâlâya imân etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek tebliğ vazifesini yaptı. Bin şehir kurup, hudutlarını tespit etti. Şit aleyhisselâmın çocukları ve torunları imâr ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldular. Gâyet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında düşmanlık buğz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyândan uzak dururlardı. Şit aleyhisselâm, Şam’dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir hâlde yaşayan Kâbil’in oğullarını Allahü teâlâya imân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Fakat bu kavim, Şit aleyhisselâmın dâvetini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrâr ettiler. Şit aleyhisselâm, onlarla savaş yaptı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur. Yemendeki bu azgın kavmin bir kısmını kılıçtan geçirdi, bir kısmını da esir aldı. Babası, Âdem aleyhisselâmla veya kardeşleriyle Kâbe’yi balçık çamuru kullanarak taştan yaptı. Son peygamber olan Muhammed aleyhisselâmın nûru Şit aleyhisselâmdan onun oğlu Enûş’a geçti. Şit aleyhisselâm, oğlu Enûş’a, babası Âdem aleyhisselâmın, Muhammed aleyhisselâmın nûruyla ilgili olarak kendisine yaptığı vasiyeti yaptı ve Enûş’u yeryüzüne halife tâyin ederek vefât etti. Ömrünün dokuz yüz on iki veya dokuz yüz elli yâhut da dokuz yüz sene olduğu rivâyet edilmiştir. Peygamberliğininse, iki yüz seksen iki veya iki yüz on iki yâhut da iki yüz kırk iki sene olduğu rivâyet edilmiştir. Şit aleyhisselâmdan sonra, çoğalarak yeryüzüne dağılan insanlar, zamanla doğru yoldan uzaklaşıp, çok azgınlık gösterdiler. Allahü teâlâ onlara İdris aleyhisselâmı peygamber olarak gönderdi. Şit aleyhisselâm Âdem aleyhisselâmın öteki evlâtlarının hepsinden güzel ve faziletliydi. Sûret ve sirette yâni hâl ve yaşayışta tıpkı babasına benzediği için Âdem aleyhisselâm onu diğer evlâtlarından çok severdi.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Azgınlıklarına
ve inananlara karşı düşmanlıklarına devâm eden Medyen halkı üzerine,
Allahü teâlâ azâp gönderdi. Cebrâil aleyhisselâmın bir sayhası ve bir
zelzeleyle onların hepsini helâk etti. Hepsi yok oldular. Sanki onlar o
beldede yaşamaışlardı. Şuayb aleyhisselâm ve ona inananlar kurtulup
Medyen’e yakın bir yerde, yeşillik, ağaçlık ve bolluk içinde bir şehir
olan Eyke’ye giderek, oradaki insanlara doğru yolu göstermekle
vazifelendirildi. Medyen halkının bütün husûsiyetlerini taşıyan Eyke
halkı, parayı tartı ile alırlar, kenarlarından kırptıktan sonra, tâne
ile verirlerdi. Alış-verişlerinde karşı tarafdakine muhakkak zarar
verirler ve onu aldatırlardı. alırken ucuz ve fazla fazla alırlar,
satarken pahalı ve eksik verirlerdi. Yolcuları soyarlar, putlara
taparlardı. Şuayb aleyhisselâma inanmak için gelenleri vaz geçirmek
için çalışırlar, Şuayb aleyhisselâma yalancı derlerdi. İstekleri
olmazsa, tehditte bulunup, eziyet ederlerdi. Şuayb aleyhisselâm Eyke
halkını Allahü teâlâya imân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Eyke halkı
Şuayb aleyhisselâmdan mûcize istediler. Şuayb aleyhisselâm çevredeki
putlara hitâp edip; ”Rabbiniz kimdir? Ben kimim? Söyleyin!” dedi. Taş
ve ağaçtan yapılmış cansız birer varlık olan putlar dile gelip;
”Rabbimiz ve yaratıcımız Allahü teâlÂdır. Yâ Şuayb! sen ise Allahü
teâlânın peygamberisin!” dediler ve kâidelerinden yere düşüp
paramparça oldular. Bir mûcize karşısında bâzı kimseler imâna geldi.
İnanmayanlar da azgınlıklarını daha da arttırdılar. Şuayb aleyhisselâm
son defâ ikâz edip, puta tapmaktan vaz geçmelerini, Allah’a imân
etmelerini ölçü ve tartıda adâletli olmalarını ve her türlü zulümden
vazgeçip, kurtulmalarını söylediyse de inkâr edip inanmadılar. Alay
ettiler, yalancısın, sihirbazsın, büyülenmişsin dediler. İmân
etmeyeceklerini açıkca söyleyip; ”Eğer sen doğru sözlüysen, bize
gökten azap indir.” dediler. Şuayb aleyhisselâm bu azgın kavmi Allahü
teâlâya havâle etti. Allahü teâla onlara isyanları sebebiyle şiddetli
bir azap göndererek hepsini helâk ettiler. Önce ortalığı kasıp kavuran
şiddetli bir sıcaklığa tutuldular. sular fokur fokur kaynadı.
Susuzluktan kıvranıyorlar sıcak suları içtikçe içleri yanıyordu.
Çâresizlikten gölge ve içecek su arıyorlar, bir tarafdan bir tarafa
koşuyorlardı. Bu hâl yedi gün devâm etti. Sekizinci gün ufukta koyu
gölgeli siyah bir bulut çıkıp yükseldi. Bunu gören Eykeliler serinlemek
için koşup hepsi bulutun altında toplandılar. Onlar bulutun altına
toplanır toplanmaz buluttan üzerlerine şiddetli bir ateş yağmaya
başladı ve hepsi ateş altında helâk olup, gittiler. Eykelilerin helâl
edildiği bugün, Kur’ân-ı kerimde (gölge günü) olarak bildirilmekte ve
meâlen şöyle buyurulmaktadır: ”O gölge (zılle) gününün azâbı onları
yakalıyıverdi. Gerçekten o azap büyük bir günah azâbı idi.” (Şuarâ
sûresi:189) Şuayb aleyhisselâm, Eyke ahâlisinin helâk olmasından sonra,
inananlarla birlikte Medyen’e gidip yerleşti. İnananlardan birinin
kızıyla evlendi. İki kızı oldu. Kızlar büyüdü. Kendisi iyice yaşlandı.
Allah korkusundan çok göz yaşı döktü. Gözleri zayıfladı, vücudu
kuvvetten düştü. bu sırada Mısır’dan çıkıp Medyen’e gelen Mûsâ
aleyhisselâm, kuyu başında koyunlarını sulamak için bekleyen Şuayb
aleyhisselâmın kızlarına yardım ederek, koyunlarını suladı. Şuayb
aleyhisselâm ücret vermek için onu evine dâvet etti. Onu emin güvenilir
bir kimse olarak görüp, koyunlarına çoban tuttu. Sekiz sene koyunlarını
gütmesi şartıyla kızlarından birini ona nikâhladı. Mûsâ aleyhisselâm
orada on sene kaldı. Çocukları oldu. Daha sonra Mısır’a göç etti.
Sıhhati düzelip gözleri açılan Şuayb aleyhisselâm, her sene Medyen’den
Mısır’a giderek kızı va damâdını ziyâret etti. Bir müddet sonra da
orada vefât etti. Vefâtından 300 yaşında olduğu rivâyet edilmiştir.
Şuayb aleyhisselâm çok namaz kılardı. Tevrât’ta ismi Mikâil olarak bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerimde A’râf, Şuarâ, Hûd ve Ankebût sûrelerinde Şuayb aleyhisselâm, Medyen ve Eyke kavimleri hakkında âyet-i kerimeler mevcuttur. Şuayb aleyhisselâmın altı çeşit mûcizesi vardır.
Mûcizeleri:
2- Hazret-i Şuayb’ın duâsı bereketiyle taşlar toprak olmuştu. Şöyle ki: Medyen kasabası dağlık, taşlık bir yer olduğundan: ”Hak peygamber iseniz, duâ ediniz, şu dağlar kalkıp, yerimiz geniş olsun.” diye teklif etmişlerdi. Şuayb aleyhisselâm duâ edince, cenâb-ı hak duâsını kabul edip, elini o dağ ve taşlar üzerine koy, diye emreyledi. Elini koyunca hepsi toprak oluverdi.
3-Şuayb aleyhisselâmın duâsı bereketiyle Medyen’de bâzı taşlar koyun olmuştur. Şöyle ki, kendilerinin hiç koyunu olmadığı için kavmi, bizim koyunlarımızı elimizden almak için Şuayb buraya gelmiştir diye söz etmişlerdi. Hazret-i Şuayb bunu işitince, çok üzülüp, kendinin de koyunu olması için cenâb-ı hakka duâ eyledi. Cenâb-ı Hak duâsını kabul edip, orada bulunan taşlara eliyle işâret etmesini emreyledi. Hazret-i Şuayb işâret ettiği anda o taşlar koyun oluverdi. Bu sûretle koyunları kavminin koyunundan birkaç misli fazla oldu. O koyunları sekiz, yâhut on sene hazret-i Mûsâ’ya güttürüp, kızını da ona verdiği meşhurdur.
4-Hazret-i Şuayb, bir yerin taşları etrâfında dönünce, o taşlar hemen bakır olup, ahâli bununla pek zengin olmuştur.
5- Hazret-i Şuayb’ın duâsı bereketiyle kum tepeleri yerinden kalkmıştır.
6-Hazret-i Şuayb, bir dağa çıkmak istediği zaman, dağ âdeta devenin oturup kalktığı gibi, Şuayb aleyhisselâm çıkıncaya kadar küçülür, çıktıktan sonra evvelki hâli gibi büyük bir dağ olurdu.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Uzeyr aleyhisselâm yeniden dirilen merkebine binip Kudüs şehrine girdi. Bulduğu insanları gördüğü ev vemahalleleri tanıyamadı. Kendi mahallesi olarak tahmin ettiği yerde bir evin önünde durdu. Kapıda gözleri görmeyen, elleri ve ayakları tutmayan bir kadına rastladı. Kadına Uzeyr’in evi neresidir? dedi. Âmâ ve kötürüm olan kadın da; ”Uzeyr’in evi burasıdır, ben Uzeyr’in hizmetçisiyim. Fakat Uzeyr kaybolalı yüz yıldan fazla oldu. Ondan ümitsiziz.” deyip ağlamaya başladı. Bunun üzerine Uzeyr aleyhisselâm; ”Ben Uzeyr’im” deyip başından geçenleri anlattı. Uzeyr aleyhisselâmın duâsı bereketiyle kadın, hastalıklarından şifâ buldu. Kadın âilenin diğer fertlerine ve İsrâoğullarına Uzeyr aleyhisselâmın geldiğini haber verdi. Âile halkı Uzeyr aleyhisselâmı tanıyıp iknâ oldular. Uzeyr gelmiş diyerek sevinç ve heyecanla gelen şehir halkı da Uzeyr aleyhisselâmı ziyâret edip uzun zaman geçtiği halde değişmemiş olduğunu gördüler.Yaşlılar ona çeşitli sorular sorarak imtihan etmeye başladılar. bu sırada Uzeyr aleyhisselâma peygamberlik emri bildirildi. İsrâiloğullarına Tevrât’ınhükümlerini tebliğ etmeye onları azgınlık ve sapıklıklardan sakındırmaya çalıştı. Daha önce kendilerini dünyâ ve âhiret saâdetine dâvet eden peygamberlerin apaçık mucizelerini gördükleri halde onları yalanlayan, birçok peygamberi de şehit eden İsrâiloğulları Uzeyr aleyhisselâmın dâvetini kabul etmediler.Okuduğu Tevrât’ın uydurma olduğunu iddiâ edenler çıktı. Bâzıları onun okuduklarından Tevrât olup olmadığını karşılaştıralım dediler. İçlerinden biri ”Benim dedem, Buhtunnasar’ın zulmü zamânında bütün Tevrât nüshalarını yakılmak sûretiyle yok edildiğini bildirdi. Yanlız bir nüsha Tevrât’ı filan dağın tepesine gömdüğünü söyledi. O nüshayı getirip Uzeyr’in okuduklarıyla karşılaştıralım dedi. ”Gömülü olan yerden Tevrât nüshalarını getirip Uzeyr aleyhisselâmın okuduklarıyla karşılaştırdılar. Yazılı nüshada olanlarla Uzeyr aleyhisselâmın okuduklarını aynı olduğunu görünce ”bu kadar uzun zamandan sonra Uzeyr’in Tevrât;’ı ezbere okuması mümkün değildir düşüncesiyle Tevbe sûresi 30. âyetinde bildirildiği gibi ”Uzeyr Allah’ın oğludur.” diye iftirâda bulundular.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Yahyâ aleyhisselâmın mübârek bedeninin parçaları, başka başka şehirlerdedir. Başı ise Şam’daki Ümeyye Câmiindeki türbededir. Yahyâ aleyhisselâm sûret itibârıyla zamânındaki insanların en güzeli ve hüsn-ü Cemâl sâhibiydi. İnsanlara karşı yumuşak huylu, tevâzu ve şefkât sâhibiydi. Başındaki saçları seyrek ve sesi inceydi. Ondan önce Yahyâ ismiyle isimlendirilen olmamış ve ismi Allahü teâlâ tarafından bildirilmişti. Bu husus Meryem sûresi 7. âyetinde bildirilmiştir. Yahyâ aleyhisselâm günahlardan temiz kılınmış olup, takvâ sâhibiydi. Tevâzu sâhibi olup itâatkar ve halim selimdi. Yahyâaleyhisselâm doğduğu, öldüğü ve dirildiği günlerde Allahü teâlâ tarafından selâmete erdirildi. Bu hususiyetleri Meryem sûresi 13, 14 ve 15. âyetlerinde bildirilmiştir.
Mûcizeleri
1-Taşın
dile gelmesi: İsrâiloğulları, Yahûdi hükümdârı Birinci Herod’un emri
üzerine Yahyâ aleyhisselâmı şehit etmek için arıyorlardı. Bu haberi
duyan Yahyâ aleyhisselâm onlardan uzaklaşıyordu. Bu sırada bir kaya
dile geldi: ”Ey Allahın peygamberi! Bana gel!” Yahyâ aleyhisselâm
kayaya yaklaştığı zaman içinin kovan gibi oyulmuş olduğunu gördü. O
taşın içine girdi. Yahyâ aleyhisselâmı şehit etmek üzere arayan
kâfirler o kayaya yaklaştıkları zaman, o kayadan kâfirlerin üzerine
oklar atılmaya başlandı. Bu durumu gören Yahûdiler geriye dönüp
kaçtılar.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Yâkûb
aleyhisselâmın oğlu Yûsuf’a karşı aşırı muhabbet göstermesini kıskanan
diğer oğulları ona hased ettiler. Hazret-i Yûsuf’u berâberce tuzak
kurup onu öldürmek istediler. Babalarından korktukları için de ne
şekilde kötülük yapacklarını tesbit edemediler. Daha sonra kendi
aralarında konuşup Yûsuf aleyhisselâmı yol üzerindeki bir kuyuya atmayı
kararlaştırdılar. Yûsuf aleyhisselâmı babalarından alıp, berâberlerinde
götürebilmek için hileye başvurdular. Yûsuf aleyhisselâmı alıp kıra
götürdüler ve kervanların geçtiği yolun kenârındaki bir kuyuya attılar.
Sırtındaki gömleğini çıkarıp kestikleri bir hayvanın kanıyla boyadılar.
Akşam olunca da kanlı gömleği babalarına getirip; ”Biz kırda yarış
ederken, Yûsuf’u eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.”
dediler. Yâkûb aleyhisselâm kana bulanmış fakat hiç yırtık ve çizgi
bile olmayan gömleğe bakıp oğlu Yûsuf’u kurt yemediğini ve onun hayatta
olduğunu anladı. Diğer oğullarına o kurdun Yûsufuma karşı şefkâti
sizden fazlaymış. Vallahi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylu bir
kurt görmedim. Oğlumu yemiş de sırtından gömleğini bile yırtmamış. Bu
söyledikleriniz yalandır. Yûsuf’a ne ettinizse siz ettiniz. Fakat
elimden ne gelir. Benim için sabr etmekten güzel bir şey yoktur.”
dedi. İçli içli ağlayıp, kalbini Allahü teâlâya bağladı ve oturdu.
Yûsuf aleyhisselâmın ayrılığından dolayı üzülüyor, fakat bu üzüntüsünü
kimseye bildirmiyor, hâlinden de kimseye şikâyette bulunmuyor, oğluna
kavuşacağı günü hasretle bekliyordu. Hasret ve üzüntüsü sebebiyle
ağlamasından dolayı gözlerine ak inmiş göremez olmuştu. Atıldığı
kuyudan bir kervancı tarafından çıkarılan ve Mısır’a götürülerek bir
köle diye satılan Yûsuf aleyhisselâm, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından
satın alındı.Mâliye Nâzırının sarayında özel olarak büyütülen Yûsuf
aleyhisselâm, Nâzırın ölümünden sonra Mâliye Nâzırı oldu.Aldığı
ekonomik tedbirler sâyesinde, yedi sene müddetle devâm eden kıtlık
esnâsında Mısır halkının rahat va refâh içinde yaşamasını sağladı.
Yâkûb aleyhisselâm Bünyamin dışındaki oğullarını buğday ve erzak almak
üzere Mısır’a gönderdi. Yûsuf aleyhiselâm onları tanıdı ve ikrâmlarda
bulunarak erzak verdirdi. İkinci defâ gelişlerinde kardeşleri
Bünyamin’i de getirmelerini söyledi. Onlar da ikinci gelişlerinde
Bünyamin’i getirdiler. Kendi anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin’i bür
tedbirle yanında alıkoydu. Yâkûb aleyhisselâmın oğulları üçüncü defâ
Mısır’a gidince Yûsuf aleyhisselâmın kendini onlara tanıttı. Gömleğini
babası Yâkûb aleyhisselâma gönderdi. Babasına ve bütün akrâbalarını da
Mısır’a dâvet etti. Yâkûb aleyhisselâm gömleği yüzüne gözüne sürünce
gözleri açıldı. Yâkûb aleyhisselâm oğlunun dâveti üzerine bütün
akrâbasını alarak Mısır’a gidip oğlu Yûsuf aleyhisselâma kavuştu. Yûsuf
aleyhisselâm babasına ve yanındakilere büyük ikrâmlarda bulundu.
Kardeşlerini affettiğini bildirdi. Yâkûb aleyhisselâm oğlu hazret-i
Yûsuf’a kavuştuktan sonra oğullarıyla birlikte on seneden fazla
Mısır’da yaşadı.İyice ihtiyarlayınca oğullarını başına toplayıp,
vasiyette bulundu. Oğullarından, tek olan Allahü teâlâya ibâdet
edeceklerine dâir söz aldıktan sonra vefât etti.Oğulları cenâze
namazını kıldılar. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halil-zr-
Rahmân’da bulunan babsı İshak aleyhisselâmın yanına defnedildi.
Rivâyete göre burada dört kabir vardır. Bunlar İbrâhim aleyhisselâma,
İshâk aleyhisselâma, Sâre validemize ve Yâkûb aleyhisselâma âittir.
Yâkûb
aleyhisselâm Allahü teâlânın seçtiği, kendi zamânında yaşayan
insanların sûret (görünüş) ve siret (huy ve yaşayış) yönünden en
üstünüydü. Buğday benizli, uzun boylu, nâzik yapılı bir bedene sâhipti.
Babası, İshâk aleyhisselâm gibi halim selim, yumuşak huylu, doğru
sözlü, kerim ve cömertti. Kur’ân-ı kerimde Yâkûb aleyhisselâmın, dinde
kuvvetli olduğu, ihlâs sâhibi olduğu, sâlihlerden olduğu, seçkin ve
hayırlıkimselerden olduğu ve rüyâ tâbirini iyi bildiği açıklanmıştır.
Yâkûb aleyhisselâmın beş çeşit mûcizesi vardı:
Mucizeleri:
1-Duâsı
bereketiyle bir koyunun karnından dört kuzu doğmuştu. Bir kavim gelip,
Ey Allah’ın peygamberi, geçen sene koyunlarımız hiç doğurmadı. Cenâb-ı
Hakka duâ ediniz, hem bu seneki, hem degeçen seneki kuzuları birden
versin, diye ricâ ettiler. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, her bir
koyundan dörder tâne doğmak sûretiyle koyunları çoğaldı.
2-
Sesi sürekli olup, üç konaklık yerden bile duyulurdu. Düşman
askerine bağırdığı zaman korkularından hep kaçarlardı.
3-Hazret-i
Yâkûb’un attığı şey, pek uzaklara giderdi. Oğullarını
Amâlika kavmiyle muhârebeye gönderince, muhâbere esnâsında Yehûda adlı
oğlunun, süngü ve mızrakla silâhı parçalanmıştı. Yehûda, silâhım
kırıldı babacığım, bir silâh gönderiniz, diye seslendiği anda, hazret-i
Yâkûb işitip, bir dağ başından önceki gibi bir silâh attı ve seslendi.
Yehûda sesini işitip, silâhı aldı ve hemen düşmana saldırdı ve gâlip
geldi. Halbuki aralarında 360km’lik mesâfe vardı.
4-Yâkûb
aleyhisselâmın duâsı bereketiyle büyük ve küçük dağlar
yerlerinden kalkmışlardır. Ken’an ahâlisini dine dâvet ettiği vakit,
orada bulunup, yörenin iki tarafını darlaştıran dağların başka yere
naklolunmasıyla, yerlerinin geniş bir saha olmasını istemişlerdi. Yâkûb
aleyhisselâm duâ edince, murâdları hâsıl olup, yerleri geniş ve düzlük
olup havası da gâyet güzel olarak Hicaz’da en güzel yer olarak
tanınmıştır.
5-Ken’an ahâlisini imâna davet ettiği vakit, oturdukları yerlerde bulunan dağlık ve taşlık yerlerin, bütün tepe vetaşların toprak olmasını teklif etmişlerdi. Yâkûb aleyhisselâm duâ edince, diledilkeri gibi olmuştur.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Yûnus
aleyhisselâm yolcuları Allahü teâlâya imân etmeye dâvet etti. Fakat
gemidekiler Yûnus aleyhisselâmı denize attılar. O an gece vaktiydi.
Yûnus aleyhisselâmı bir balık yuttu. O zaman cenâb-ı hak balığa emredip
onu yaralamamasını, kemiklerini kırmamasını bildirdi. Balık bu hal
üzere hazret-i Yûnus’u alıp denizin derinliklerinde kayboldu. Yûnus
aleyhisselâm balığın karnında sağ, aklı başında ve şuûru yerindeydi.
Balığın karanlık vücûdunda çok üzgün bir halde: ”Yâ Rabbi! Emir ve
hüküm senindir. Fakat Nineve’ye dönmeye ve kavmimi imânlı bir şekilde
görmeye ümidim sonsuzdur. Bütün bunlara rağmen senin takdirin ne ise
ona râzıyım.” dedi. O sırada bâzı sesler işitti. ”Bu nedir acabâ?”
diye söylendi. Allahü teâlâ ona balık karnında olduğunu vahyederek:
”Ey Yûnus! Bu sesler beni denizde zikreden canlıların sesleridir!”
buyurdu. Yûnus aleyhisselâm balığın karnında dahi her zaman zikre devam
ediyordu. Melekler onun sesini işitip Allahü teâlâya arz ettiler.
Allahü teâlâ; ”Bu kulum Yûnus’un sesidir. Bir hâli sebebiyle onu
denizde bir balığın karnında hapsettim.” buyurdu. Yûnus
aleyhisselâm ”Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inni küntü
minezzâlimin (senden başka hiç bir ilâh yoktur. Seni bütün
nşksanlıklardan tenzih ederim. Gerçekten ben haksızlık edenlerden
oldum.”) (Enbiyâ sûresi 87) duâsına devâm etti. Bu duâsı ve tesbihi
onun kurtuluşuna sebep oldu. Balığın karnında üç, yedi veya kırk gün
kaldıktan sonra kurtuluşa erdi. Yûnus aleyhisselâm balığın karnından
Muharrem ayının onuncu (Âşure) günü çıktı. Balık onu çıkarıp sâhile
bıraktığında; Yûnus aleyhisselâm zayıflamış, bitkin, hasta bir durumda
ve himâyeye muhtâçtı. Cenâb-ı Hak isyânıyla orada hazret-i Yûnus’u
güneşin yakıcı sıcağından gölgelendirerek geniş yapraklı, çabuk büyüyüp
yükselen bir ağaç veya bitki bitirdi. Bu ağaç sinek ve haşerâtın
zararını da önlemekteydi. Cenâb-ı Hak bir rivâyette o bitkiden hazret-i
Yûnus’a süt damlattı. Diğer bir rivâyette dağ keçisini emrine verdi.
İyice kuvvetleninceye kadar o dağ keçisi sabah akşam gelip hazret-i
Yûnus’u emzirdi. Yûnus aleyhisselâm kendine gelince Allahü teâlâua
şükredip ibâdete başladı. Birgün kendisine gölge veren ağacın
kuruduğunu görüp üzüldü. Allahü teâlâ ona vahy edip kavmine dönmesini
emir buyurdu ve kavminin tövbelerini kabûl ettiğini bildirmesini
emretti.
Yûnus
aleyhisselâm kavmine gitmek üzere yola çıkıp, Nineve şehri yakınlarına
gelince gördüğü bir çobana kavminin durumunu sordu. Çoban da;
”Peygamberleri olan Yûnus aleyhisselâm onlara darılıp gittiğinden
kendi başlarına kaldı. Cenâb-ı Hak onlara azâb gönderdi. Azâb bulutları
başları üzerinde üç gün üç gece durdu. Fakat onlar bin bir pişmanlıkla
aplaştılar. Yûnus aleyhisselâmı aramalarına rağmen bir yerde
bulamadılar. Netice de Allahü teâlâ onları bağışladı. Üzerlerinden
azâbı kaldırdı. Şimdi yolları gözetip kendilerine emir ve yasakları
öğretecek Yûnus aleyhisselâmın gelmesini bekliyorlar.” dedi. Yûnus
aleyhisselâm kendisinin bekledikleri kimse olduğunu ve gidip onlara
haber vermesini istedi- Çoban Nineve’ze gidip Yûnus aleyhisselâmın
geldiğini haber verdi. İlk anda Yûnus aleyhisselâmın geldiğine
inanmayan Nineve halkı ağacın ve koyunun dile gelip, konuşması
neticesinde inandılar. Yûnus aleyhisselâmın bulunduğu tarafa gittiler.
Yûnus aleyhisselâmı namaz kılarken buldular. Namazdan sonra onu
hasretle kucaklayıp özür dilediler. Berâberce şehre döndüler. Bundan
sonra Yûnus aleyhisselâm onlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını
anlattı. Kavmi mesut ve iyilik üzere oldular. Yûnus aleyhisselâm seksen
üç yaşında ibâdet hâlindeyken Nineve’de vefât etti. Vefât ettiği yer
hakkında başka rivâyetler de vardır.
Mucizeleri:
1-Yûnus
aleyhisselâm, Kur’ân-ı kerimde bildirildiği üzere balığın karnında üç,
yedi veya kırk gün yaşamıştır.
2-
Yûnus aleyhisselâmın duâsı bereketiyle bulutlardan ateş çıkardı. Bir
gün Nineve ve ahâlisi kendisinden bulutlardan ateş çıkarılmasını
istediklerinde duâ etti ve bulutlardan ateş düşüp memleketin bir
bölgesindeki ağaçları yaktı.
3-
Yûnus aleyhisselâmın duâsı bereketiyle dağdan su çıkmıştır.
4-
Yûnus aleyhisselâmın peygamberliğine bir keler şehâdet etmişti.
Nineviler Yûnus aleyhisselâmdan mûcize isteyince, Allahü teâlânın
emriyle dağa işâret etti. Dağdan çıkan bir keler dile gelerek; ”Ey
insanlar! Biliniz ki, Yûnus Hak peygamberdir. Sizi Cennet’e, Rabbinizin
mağfiretine devam ediyor.” dedi.
5-
Yûnus aleyhisselâm Nineve hâkimini imâna dâvet etti. O zaman Hâkim;
”Kapımda bulunan şu demir halka altın olursa imân ederim.” dedi.
Yûnus aleyhisselâm Allahü teâlânın emriyle elini kapının halkasına
koydu. Demir halka altın hâline geldi.
6-
Yûnus aleyhisselâm odun olmadığı halde su üstünde ateş yakmıştır.
7-
Yûnus aleyhisselâm, Dâvûd aleyhisselâm gibi güzel sesli olduğundan,
tatlı sesli vahşi ve yırtıcı hayvanlara da tesir eder, onu dinlemek
için etrâfında toplanırlardı.
Yûnus
aleyhisselâmın hayâtı ve başına gelen hâdiseler hakkında Kur’ân-ı
kerimin Sâffat, Nisâ, Yûnus, Enbiyâ, Kalem sûrelerinde haber
verilmektedir. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem de
hadis-i şerifte buyurdu ki: Balığın karnındayken Yûnus’un
(aleyhisselâm) yaptığı duâ; ”Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke inni küntü
minez-zâlimin” idi. Müslüman bir kişi bu duâyı her ne şey için okursa,
Allahü teâlâ elbette onu kabul eder. Hiçbir kula, Yûnus bin Metâ’dan
(aleyhisselâm) daha hayırlıyım, demek yakışmaz.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Küçük yaştayken annesi vefat eden Yusuf aleyhisselamı ve küçük kardeşi Bünyâmin’i babaları olan Yakub aleyhisselam şefkâtle bakıp büyütüyordu. Çünkü onlar anne şefkatinden mahrum kalmışlardı. Annesinin vefatından sonra Yusuf aleyhisselam halasının yanında kaldı. Halasının vefatından sonra tekrar babasının yanına döndü. Yakub aleyhisselamın diğer hanımlarından olan Rabil, Şem’un, Lâvî, Yehûda, İsâhar, Zablun, Dân, Neftâli, Câd ve Âşir adlı oğulları Yusuf ve kardeşi Bünyamin’i babalarının daha çok sevmesini kıskanıyorlardı.
Yusuf aleyhisselam yedi veya on iki yaşlarındayken on bir yıldız, ay ve güneşin kendisine secde ettiklerini rüyâsında gördü. Bu rüyâsını babasına anlattı. Oğlu Yusuf’un anlattıklarını dinleyen Yakub aleyhisselam on bir yıldızın diğer oğulları güneşin kendisi, ayın da hanımı olduğu şeklinde tâbir etti. İleride hazret-i Yusuf’un büyük nîmetlere kavuşacağını ve ona peygamberlik verileceğini anladı. Bu rüyâyı duydukları takdirde kardeşlerinin kendisini daha çok kıskanacaklarını ve şeytanın vesvesesiyle ona bir kötülük yapabileceklerini düşünerek, rüyâsını kardeşlerine anlatmamasını hazret-i Yusuf’a söyledi.
Yakub aleyhisselamın oğlu hazret-i Yusuf’u kendilerinden daha çok sevmesi sebebiyle kıskançlıkları iyice artan diğer oğulları toplanıp aralarında konuştular. Yusuf’u babalarından uzaklaştırmaya karar verdiler. Bunun için de iki yol düşündüler. “Ya öldürürüz veya onu babamıza ulaşamayacağı bir yere bırakırız. Böylece babamızın sevgisini kendimize çekeriz.” dediler.
İçlerinden biri (Rabil veya Yehûda); “Eğer benim sözümü tutarsanız, Yusuf’u öldürmeyin. Onu büyük bir kuyunun dibine bırakın ki, oraya uğrayan yolculardan biri çıkarıp başka bir yere götürür. Böylece Yusuf babamızdan uzaklaştırılmış olur.” dedi. Diğerleri de bu görüşü benimseyip hazret-i Yusuf’u kuyuya atmaya karar verdiler.
Ertesi gün hep birlikte Yakub aleyhisselama giden oğulları koyunlarını otlatmak için kıra gideceklerini, kardeşleri Yusuf’u da çok sevdikleri için, yanlarında götürmek istediklerini söylediler. Kardeşlerinin Yusuf’a birşey yapacaklarından çekinen Yakub aleyhisselam: “Onu götürmeniz beni mahzûn eder. Siz ondan habersizken onu kurt yemesinden korkarım.” dedi.
Oğulları babalarına karşı yemin ederek; “Biz kuvvetli bir toplulukken, onu kurt yerse âciz ve güçsüz kimseler olmuş oluruz.” diyerek hîle ile hazret-i Yusuf’u babalarından aldılar. Yakub aleyhisselam oğullarının ısrârı ve hazret-i Yusuf’un da onlarla gitmek istemesi karşısında takdire râzı oldu. Kardeşleri babalarından uzaklaşınca Yusuf’a eziyet etmeye başladılar. Bir müddet sonra atmayı kararlaştırdıkları kuyunun başına vardılar. Kardeşleri Yusuf aleyhisselamın elbiselerini soydular. İpe bağlayıp kuyuya sarkıttılar. Kuyunun yarısına kadar varınca da ipi kestiler. Yusuf aleyhisselam suyun içine düştüğü sırada şu duayı okudu: “Ey gâib olmayan Şâhit! Ey uzak olmayan Karîb! Ey Mağlup olmayan Gâlib! Beni bu musîbetten kurtar. Bunun için bana bir çıkış yolu nasip et!”
Yusuf aleyhisselam kuyuda dua edip Allahü teâlâyı zikretmeye başladı. Yusuf aleyhisselamın zikrini duyan melekler onun etrâfına toplanıp, teselli ettiler. Cebrâil aleyhisselam da gelip ona arkadaşlık etti.
Yusuf aleyhisselamın kardeşleri de, onun sırtından çıkardıkları gömleği kestikleri bir hayvanın kanına buladılar ve babaları Yakub aleyhisselama götürdüler. “Ey bizim babamız, hakîkaten biz gittik. Yarış edecektik. Yusuf’u da eşyâlarımızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş.” dediler. Kesmiş oldukları hayvanın kanına buladıkları gömleği getirdiler. Yakub aleyhisselam onların yalan söylediklerini anlayarak; “Hayır nefisleriniz sizi aldatıp böyle bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemildir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım isterim.” dedi. Yusuf aleyhisselamın kana bulanmış gömleğini yüzüne gözüne sürdü. Gömleğin hiç yırtılmamış olduğunu görüp; “O kurdun Yusuf’uma karşı şefkati sizden fazlaymış. Vallâhi bugüne kadar bu kurt gibi yumuşak huylusunu görmedim. Oğlumu yemiş de, sırtındaki gömleğini bile yırtmamış.” dedi ve takdire râzı olup sabr-ı cemilin kendisi için en güzel yol olduğunu söyledi.
Yusuf aleyhisselam kuyuya atıldıktan bir müddet sonra Medyen’den gelip Mısır’a gitmekte olan bir kervan kuyunun yanında konakladı. Su almak için vazîfeli olan bir kişi kovasını kuyuya saldığı zaman Yusuf aleyhisselam kovaya sarıldı. Kova yukarı çekilince Yusuf aleyhisselam da kovayla berâber dışarıya çıktı. Kovayı çeken kişi güzel yüzlü bir çocuğun da kovanın ipine tutunup çıktığını görünce şaşırdı. Onu yanına alıp, kâfiledekilere götürdü. Böylece Yusuf aleyhisselam kuyudan çıkıp kurtuldu. Bu sırada hazret-i Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerinden biri ona yiyecek vermek üzere attıkları kuyunun yanına gelmişti. Onun kervancılar tarafından kuyudan çıkarılmış olduğunu görünce diğer kardeşlerine haber verdi. Kervancıların yanına gelen kardeşleri; “Bu bizim kölemizdi, kaçtı. İsterseniz onu satın alıp başka bir memlekete götürün.” dediler. Yusuf aleyhisselamı da; “Bizi yalancı çıkarma, seni öldürürüz.” diye korkuttular. Kervancılar paralarını mala yatırdıklarını, yanlarında bulunan birkaç dirhemi verebileceklerini söylediler. Asıl maksatları Yusuf aleyhisselamı satmak olmayıp, babalarından uzaklaştırmak olan kardeşleri, kervancıların verdiği birkaç dirheme râzı olup onu sattılar.
Kervancılar hazret-i Yusuf’u Mısır’a götürüp pazara çıkardılar. Birçok kimse onu satın almak isteyince fiyatı yükseldi. O sırada Mısır Azîzi, yâni Mâliye Nâzırı (Bakanı) olan Kıtfîr (veya İzfîr) Yusuf aleyhisselamı kervancılardan çok yüksek bir fiyata satın aldı. Eve varınca da hanımına, ona iyi muâmele etmesini ileride kendilerine faydalı olabileceğini söyledi. Yusuf aleyhisselamı satın alan Mısır Azîzi’nin hanımı Zelihâ (veya Züleyha) idi ve çocukları olmamıştı. Bu yüzden Azîz, Yusuf aleyhisselamı evlâd edinmeyi düşündü. Yusuf aleyhisselam Azîz’in evinde gâyet rahattı. Azîz’in hanımı genç ve güzel bir kadındı. Azîz ise, ınnîn, yâni iktidarsız idi.
Yusuf aleyhisselam ise, akıllara durgunluk verecek derecede güzeldi. Yüzünde parlayan nübüvvet (peygamberlik) nûru herkesi hayran bırakırdı. Bu hal Züleyhâ’nın ona âşık olmasına sebep oldu. Yusuf aleyhisselama karşı süslenip onu kendine çekmek için çalıştı. Fakat Yusuf aleyhisselam Allahü teâlânın yardımıyla ona hiç îtibâr etmedi. Züleyhâ sonunda kapıları kapadı ve ondan murâd almak istedi. Yusuf aleyhisselam: “Efendim (Kıtfîr) iyi bakman için beni sana bıraktı. Bunun karşılığında onun haremine hıyânet etmekten Allah’a sığınırım.” dedi.
Yusuf aleyhisselamın kendisine îtibâr etmediğini gören Züleyhâ ona iftirâ etti. Züleyhâ’nın Yusuf aleyhisselama yaptıkları bir müddet sonra Mısır ahâlisi tarafından duyuldu. Haber sarayda vazîfeli kimselerin hanımları tarafından da duyulunca, kadınlar: “Züleyhâ, Ken’anlı kölesi Yusuf’un nefsinden murâd almak istiyormuş. O gencin sevgisi onun yüreğine işlemiş, onu deli etmiş. Azîzin hanımı olduğu halde, Züleyhâ’nın bir köleye gönül vermesini açık bir hatâ olarak görüyoruz.” dediler.
Züleyhâ Mısırlı kadınların kendisi hakkındaki sözlerini işitti. O kadınların da Yusuf aleyhisselamı görmesi için bir ziyâfet tertip etti. Kendisini ayıplayan kadınlarla berâber şehir eşrâfından kırk kadar hanımı dâvet etti. Onlar için bıçakla kesilerek yenecek yiyecekler de hazırlattı. Misâfirler gelip kendileri için hazırlanan yemekleri yemeye başladılar. Züleyhâ, başka bir odada bulunan Yusuf aleyhisselamın kadınlara görünmesini istedi.
Yusuf aleyhisselam Züleyhâ’dan çekindiği için, emrine karşı gelmeyip kadınlara göründü. Kadınlar Yusuf aleyhisselamı görünce cemâlinin heybetinden yüzünün güzelliğinden kendilerini unuttular. Meyve yerine hiç acı duymadan ellerini kestiler. Onun güzelliğini ve cemâlinin heybetini hiçbir insanda görmemişlerdi. Böylece, onun melek olmadığını bildikleri halde; “Bu bir melektir.” demekten kendilerini alamadılar. Onların bu hâlini seyreden Züleyhâ; “İşte gördünüz mü? Siz benden daha çok kınanmaya, ayıplanmaya lâyıksınız. Çünkü onu bir defâ görmekle kendinizi kaybedip ellerinizi kestiğinizin bile farkında olmadınız. Ben ise, uzun zamandır onunla birlikteyim. Fakat hiçbir vakit sizin bu hâlinize düşüp, hayranlığımdan dolayı kendimden geçmedim. Şimdi gördüğünüzü önceden görseydiniz, beni kınamazdınız.” dedi.
Sonra da onlara; “Duyduğunuz gibi ben ondan bu iş için talepte bulundum. O ise, bu husustaki teklifimi kabul etmedi. Eğer ona emrettiğim şeyi yapmazsa muhakkak zindanlarda sürünür.” dedi. Misâfir gelen kadınlar Yusuf aleyhisselamın etrâfına toplanıp; “Azîzin hanımının emrine karşı gelmen sana bir fayda getirmez.” diye Züleyhâ’nın arzusuna uymaya teşvik ettiler. Yusuf aleyhisselam kadınların fuhşu güzel gösteren hîleleri ve sözleri karşısında Allahü teâlâya sığınıp dua etti. Başına gelen bu musîbetten korunmasını niyâz etti:
“Ey Rabbim! Zindan bana bu (Mısırlı) kadınların beni dâvet ettikleri şeyden daha sevimlidir. Eğer sen onların hîlelerini benden çevirmezsen (beni ismet üzere sâbit kılmak sûretiyle korumazsan, ben ihtiyârî olmayan tabiî bir meyl ile) onlara meyleder, böylece sefihler zümresine dâhil olurum. Bunun üzerine Rabbi onun duasını kabul etti. Kadınların hîlelerini, şerlerini ondan çevirdi. Çünkü O (Allahü teâlâ, kendine tazarrû ve ilticâ edenlerin dualarını) işitici ve (hallerini) bilicidir.” (Yusuf sûresi: 33)
Züleyhâ’nın kocası Azîz, Yusuf aleyhisselamın yapılan soruşturma netîcesinde suçsuzluğunu anlamış olduğu için herhangi bir cezâ vermeye lüzum görmemişti. Fakat yayılan dedikoduları kesmek için ve Züleyhâ’nın baskılarına boyun eğerek Yusuf aleyhisselamın hapsedilmesine karar verdi. Böylece hazret-i Yusuf zindana atıldı. Uzun zaman zindanda kaldı. Zindanda ne kadar kaldığı kesin olarak bilinmemektedir.
Yusuf aleyhisselamla birlikte Mısır Firavununun ekmekçisi ve şerbetçisi de hapishânedeydiler. Yusuf aleyhisselam zindandayken hastaları ziyâret eder, geceleri dâimâ namaz kılar, Rabbini zikrederdi. Kendisine Allahü teâlâ rüya tâbiri ilmini öğretti. Yusuf aleyhisselam Firavun’un ekmekçisi ve şerbetçisinin görmüş oldukları rüyâyı tâbir etti. Birisi rüyâsında üzüm sıktığını, diğeri de başının üzerinde ekmek taşıdığını ve bu ekmekten kuşların yediğini görmüştü. Yusuf aleyhisselam rüyâsında üzüm sıkanın serbest bırakılacağını, ekmek taşıyanın ise îdâm edileceğini söyledi. O kimselerin rüyâları, yorumladığı gibi çıktı. Şerbetçi serbest bırakılıp eski vazîfesine döndü, ekmekçi de asıldı ve başının etini kuşlar yedi.
Yusuf aleyhisselam zindandayken Mısır hükümdarı bir rüyâ görmüştü. Dehşetle uykusundan uyanıp; “Ben rüyâmda yedi semiz ineğin yedi zayıf ineği yediğini ve yedi yeşil başak, yedi de kurumuş başak gördüm. Ey ileri gelenler, eğer rüyâ tâbiri biliyorsanız, bu rüyâmı yorumlayın.” dedi. Onlar “Biz böyle rüyâların yorumunu bilmeyiz.” dediler. Bu sırada daha önce Yusuf aleyhisselam ile zindanda kalan şerbetçi kendi rüyâsını tâbir ettirdiğini hatırlayarak; “Ben bu rüyânın yorumunu yaptıracağım. Beni Yusuf’un (aleyhisselam) bulunduğu zindana götürüp onunla görüştürün” dedi. Şerbetçiyi Yusuf aleyhisselamın yanına götürdüler. O da Mısır hükümdârının rüyâsını anlatıp yorumunu istedi.
Allahü teâlâ Yusuf aleyhisselama zindandayken peygamberlik emrini bildirdi. Yusuf aleyhisselam Mısır hükümdârının rüyâsını tâbir etmeden önce Allahü teâlânın peygamberi olduğunu söyleyip, mucize gösterdi. Gelecek yemekler daha gelmeden önce cinsini ve tadını haber verdi. Peygamber âilesinden geldiğini, baba ve dedelerinin peygamber olduğunu bildirdi. Zindandayken insanları tevhid inancına dâvet etmeye başladı. Zindandakilere; “Ey zindan arkadaşlarım! Çok sayıdaki putlarınız mı hayırlı, yoksa (zâtında ve sıfatlarında) tek ve her şeye gâlib olan Allahü teâlâ mı?” dedi. Arkadaşlarına tevhid inancını, inanmanın gerekli olduğunu ve hak dînin emir ve yasaklarını anlattı.
Yusuf aleyhisselam hükümdarın rüyâsını yorumlayıp; “Yedi sene bolluk, sonra yedi sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz.” buyurdu. Hükümdar, tâbiri duyunca Yusuf aleyhisselamı istedi. Yusuf aleyhisselam Mısır hükümdârının elçisine; “Efendine dön de ellerini kesen o kadınların zoru (hâli) neydi? Kendisine sor. Benim Rabbim onların hîlelerinin ne olduğunu (ne söylediklerini, ne yaptıklarını) elbette bilir.” dedi. Elçi, hükümdarın yanına dönüp Yusuf aleyhisselamın isteğini arz etti. Meseleyi araştıran hükümdar, o kadınları yanına getirtip; “Yusuf’un nefsinden Murâd almak istediğiniz vakit ne halde idiniz? Onu Züleyhâ’nın emrine itâat etmeye teşvik ederken size karşı bir meylini hissettiniz mi? Kendisinde bir kötülük, şüphe götürür bir hareket gördünüz mü?” dedi. Kadınlar “Hâşâ! Biz onun hiçbir kötü hâline, hiçbir günahına muttalî omadık.” dediler. O mecliste bulunan Azîzin hanımı Züleyhâ da; “Şimdi hak (doğru) ortaya çıktı. Ben onun nefsinden murâd almak istemiştim. O ise şüphesiz doğru söyleyenlerdendir.” dedi. Böylece Yusuf aleyhisselamın suçsuzluğu ve senelerdir zindanda suçsuz olarak kalmış olduğu ortaya çıktı.
Mısır hükümdârı Yusuf aleyhisselama tekrar elçi gönderip; “Onu bana getirin, kendisini has müsteşâr edinip işlerimi ona bırakayım.” dedi. Hükümdârın dâvetini kabul eden Yusuf aleyhisselam zindandan çıktı. Zindanın kapısına da; “Burası belâ, musîbet ve hüzün evi, dirilerin kabri, düşmanların sevinç, dostların tecrübe yeridir.” diye yazdı.
Yusuf aleyhisselam hükümdârın sarayına varınca, hükümdâr ona çok iltifatta bulundu. Hükümdar görmüş olduğu rüyâ ile ilgili ne gibi tedbirler alınması gerektiğini sordu. Yusuf aleyhisselam; “Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile berâber, başaklarıyla ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız için yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve çevredeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacaktır.” dedi. Yusuf aleyhisselamın tavsiyeleri çok hoşuna giden hükümdâr; “Bu işleri yapmakta bana kim yardım eder?” dedi. Yusuf aleyhisselam ona; “Arzın (Mısır’ın) hazînelerinin idâre işini bana bırak. Ben onu korumaya muktedirim. Tasarruf yollarını bilirim, bu işi ben yaparım.” buyurdu.
Yusuf aleyhisselamın teklifinden bir sene sonra Mısır Azîzi (Mâliye Nâzırı) öldü. Hükümdar hazret-i Yusuf’u onun yerine Mâliye Nâzırı yaptı. Mücevherlerle süslü taht ve tâclarla birlikte hazînelerin anahtarlarını ona teslim etti. Hükümdar bütün yetkilerini de ona verdi. Memleketin her tarafında Yusuf aleyhisselamın emri geçer oldu. Yusuf aleyhisselam, Azîzin ölümünden sonra sarayı terk edip perişân hâle gelen ve Allahü teâlâya îmân etmiş olan Züleyhâ’yı Allahü teâlânın emriyle kendine nikâhlayıp onunla evlendi. Yusuf aleyhisselam Züleyhâ’ya: “Bu senin istemiş olduğundan hayırlı değil mi?” dedi. Züleyhâ da ona: “Ey Sıddîk! Beni kınama. Bildiğin gibi ben, mal, mülk, güzellik gibi dünyâ nîmetlerine sâhip bir kadındım. Ancak kocam kadınlara yaklaşmaktan mahrumdu. Sen de benim gördüğüm en güzel kimseydin.” diye cevap verdi. Yusuf aleyhisselamın Züleyhâ’dan iki oğlu ile Rahmet adında bir kızı oldu.
Yusuf aleyhisselam yetkileri eline alınca kıtlık senelerinin geleceğini düşünerek gerekli tedbirleri aldı. Gerekli gıdâ stoklarını yaptırdı. Bu stoklar için büyük depolar yaptırıp topladığı yiyecekleri buralarda depoladı. İnsanlara da çok iyilik ve ihsânlarda bulundu. Yedi sene olan bolluk seneleri geçip, peşinden bütün şiddetiyle kıtlık başgösterdi. Kıtlığın ilk senesinde insanlar hazırladıkları yiyecekleri bitirdiler. Yusuf aleyhisselamdan para ile yiyecek satın almaya başladılar. Yusuf aleyhisselam kim olursa olsun, kimseyi kayırmadan yiyecek almaya gelene bir deve yükünden fazla yiyecek vermezdi. Bu hususta adâletten aslâ ayrılmazdı. Mısır hükümdârı ve pekçok kimse onun adâleti ve güzel huyları sebebiyle Allahü teâlâya inanmışlardı.
Mısır’dan ve çevre ülkelerden olan insanlar akın akın gelip Yusuf aleyhisselamdan yiyecek alıyorlardı. Babası Yakub aleyhisselamın ve kardeşlerinin yaşadığı Ken’an diyârında da kıtlık baş gösterdiğinden Yakub aleyhisselam, Yusuf aleyhisselamın anne-baba bir kardeşi olan Bünyamin hâricindeki on oğlunu Mısır’a erzak almak üzere gönderdi. Yakub aleyhisselamın oğulları Mısır’a varınca hazret-i Yusuf onları tanıdı. Onlar ise, hazret-i Yusuf’u tanıyamadılar. Fakat, hazret-i Yusuf onların kim olduklarını, nereden geldiklerini sordu. Onlar dediler ki: “Biz Ken’an vilâyetindeniz. İhtiyar bir babanın on evlâdıyız. Babamızın ismi Yakub’dur. Beldemizde kıtlık var. Babamız bizi buraya erzak almaya gönderdi.” dediler. Yusuf aleyhisselam; “Şimdi babanız nerede ve kiminle berâberdir?” deyince, onlar da; “Ken’an ilinde bizim en küçük kardeşimizle berâber kaldı. Babamızın küçük kardeşimizle aynı anadan olan çok sevdiği bir oğlu daha vardı. Kırda telef oldu. Onun derdinden Bünyamin adındaki küçük oğlunu yanından hiç ayırmaz. Oğlu Yusuf’a üzüntüsünden dolayı gözleri görmez oldu.” dediler.
Yusuf aleyhisselam her bir kardeşi için birer deve yükü erzak hazırlattı. Onlardan almış olduğu paralarını da gizlice tekrar yüklerinin içine bıraktırdı. Gelecek sefere diğer kardeşlerini de getirmelerini istedi. Getirmedikleri takdirde erzak vermeyeceğini bildirdi. Yakub aleyhisselamın oğulları Mısır’a varınca babalarına, Mısır Mâliye Nâzırı tarafından büyük ihsân ve iltifat gördüklerini anlattılar. Mısır Mâliye Nâzırının bir daha Mısır’a gittiklerinde kardeşleri Bünyamin’i de getirmelerini istediğini, aksi hâlde erzak vermeyeceğini söylediğini bildirdiler. Yakub aleyhisselam Bünyamin’i göndermek istemedi. Yüklerini açtıkları zaman da paralarının ihsân olarak yüklerinin içine konulduğunu gördüler. Bunun üzerine babalarına; “Ey babamız! Daha ne istiyoruz, işte sermâyemiz de bize iâde edilmiş. Biz onunla tekrar âilemize zahîre getiririz. Kardeşimizi de koruruz. Kardeşimizi götürmekle bir deve yükü zahîre de fazla alırız. Bu seferki aldığımız zahîre az bir ölçektir, bizi idâre etmez.” dediler. Bünyamin’i getireceklerine dâir söz aldıktan sonra onlarla birlikte tekrar Mısır’a gönderdi. Onlara da; “Daha önce Yusuf’a olanı biliyorsunuz. Fakat Allahü teâlâ en iyi koruyucudur. Merhametlilerin en merhametlisidir.” dedi.
Yakub aleyhisselamın oğulları ikinci defâ Mısır’a gittiler. Bünyamin’i Yusuf aleyhisselamın yanına getirdiler. Yusuf aleyhisselam kardeşlerine ikram ve ihsânlarda bulundu. Diğer kardeşlerinden ayrı olduğu sırada kardeşi Bünyamin’e kendisini tanıttı. Bir tedbirle onu göndermeyeceğini bildirdi. Her bir kardeşi için bir deve yükü erzak hazırlattı. Kardeşi Bünyamin’in yükünün içine Mısır hükümdârının altından yapılmış su tasını koydurdu.
Yakub aleyhisselamın oğullarının yükleri hazırlanıp yola çıkacakları sırada saraydan bir vazîfeli gelerek; “Ey kâfile ehli! Durun! Muhakkak siz hırsızlarsınız.” dedi. Yusuf aleyhisselamın kardeşleri geri dönerek; “Ne kayboldu. Aradığınız nedir?” diye sordular. Vazîfeli; “Hükümdârın tası kayboldu. Onu getirene bir deve yükü zahîre var. Ben de buna kefilim.” dedi. Yusuf aleyhisselamın kardeşleri; “Vallahi muhakkak siz de bilirsiniz ki, biz buraya fesâd çıkarmak için gelmedik. Biz hırsız da değiliz.” dediler. Vazîfeli ve yanındakiler; “Eğer sözünüzde yalancı çıkarsanız sizin dîninizde hırsızlığın cezâsı nedir?” dediler. Yakub aleyhisselamın oğulları; “Su kabını çalanın cezâsı kimin yükünde bulunursa, çalan kimse, mal sâhibinin kölesi olur. Biz hırsızlık yapanları böyle cezâlandırırız.” dediler.
Saray vazîfelileri Yakub aleyhisselamın oğullarının yüklerini aradılar. Su tası en son aradıkları Bünyamin’in yükünde çıktı. Bunun üzerine Yakub aleyhisselamın bildirdiği dînin hükümlerine göre Bünyamin Mısır’da alıkonuldu. Yakub aleyhisselamın oğulları: “Ey Azîz! Hakikat, onun (Bünyamin’in) ihtiyar ve çok muhterem bir babası var. Kaybolan kardeşimizin acısını onunla unutur. Onu bizden çok sever. Onun yerine birimizi alıp onu serbest bırak. Biz muhakkak seni ihsân edenlerden görüyoruz. Bu ihsânını tamamla.” dediler.
Yusuf aleyhisselam: “Eşyâmızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü bu takdirde (dîninize uygun olarak verdiğiniz fetvâya göre) biz de elbette zâlimlerden oluruz.” dedi.
Yakub aleyhisselamın büyük oğlu ve Şem’un da, babam bana izin verinceye kadar gelmem, deyip Mısır’da kaldı. Yakub aleyhisselamın diğer oğulları Mısır’dan ayrılıp utanarak ve sıkılarak babalarına geldiler; “Ey babamız! Muhakkakki oğlun Bünyâmin hırsızlık yaptı. Biz ancak gördüğümüze şâhitlik ederiz. Su kabının Bünyamin’in yükünden çıktığını gördük. Biz gaybı, yâni onun gerçekten çaldı mı, yoksa onun haberi olmadan eşyâsı arasına mı kondu? bilmeyiz. Eğer bize inanmazsan içinde bulunduğumuz (kendisinden döndüğümüz) şehre (Mısır halkına) da aralarında geldiğimiz kervana da sor. Biz hakîkaten doğru söyleyicileriz.” dediler. Yakub aleyhisselam bu habere çok üzülüp, anlatılanlara inanmadı. Fakat; “Artık bana düşen sabr-ı cemildir. Umulur ki, Allahü teâlâ oğullarımı bana getire. Şüphesiz Allahü teâlâ Alîmdir, Hakîmdir.” dedi.
Allahü teâlânın kendisini bu sıkıntıdan yakında kurtaracağına inanan Yakub aleyhisselam son derece üzüntülü ve kederli olmasına rağmen, hâlini Allahü teâlâdan başkasına arz etmedi. Başına gelen musîbetlere rağmen, dâimâ sabırlı oldu. Bir gün oğullarına kavuşacağını ümit eden Yakub aleyhisselam; “Ey oğullarım! Mısır’a gidin, Yusuf ile kardeşlerinden haber sorun. Allahü teâlânın fadl ve ihsânından ümit kesmeyin. Çünkü hakîkat, kâfirler gürûhundan başkası Allahü teâlânın fadl ve rahmetinden ümit kesmez.” dedi.
Yakub aleyhisselamın oğulları babalarının tavsiyesi üzerine üçüncü defâ Mısır’a geldiler. Yusuf aleyhisselamın huzûruna varıp; “Ey Azîz! Bize ve âilemize darlık, kıtlık, fakirlik ve açlık isâbet etti. Çok az ve ehemmiyetsiz bir sermâye ile geldik. Bize daha önce tam bedelle verdiğin gibi tam ölçek ver. Sermâyemizden eksik olan bu miktara karşılık olan zahîreyi vermekle veya kardeşimizi iâde etmek sûretiyle hakkımızda ayrıca tasaddukta bulun. Zîrâ Allahü teâlâ sadaka verenleri mükâfatlandırır. Yusuf aleyhisselam onlara: “Siz sonunun nereye varacağını bilmeden Yusuf’a ve kardeşine yaptığınız işin kötülüğünü anlayıp ondan tövbe ettiniz mi?” dedi.
Bu sözler üzerine onlar bu kimsenin, kardeşleri Yusuf olabileceğini düşündüler. Ona Yusuf olup olmadığını sordular. Onların yalvarışlarını, çâresiz kaldıklarını görünce, kalbi inceldi. Merhametinden dolayı, kendisinin kardeşleri Yusuf olduğunu açıkladı. Kardeşleri; “Yoksa sen gerçekten Yusuf musun?” dediler. Yusuf aleyhisselam; “Evet, ben Yusuf’um ve bu kardeşim Bünyamin’dir. Allahü teâlâ birbirimize kavuşturmakla bize ihsânda bulundu.” dedi. Kardeşleri Yusuf aleyhisselamın üstünlüğünü ve ona yaptıklarından dolayı günahkâr olduklarını kabul ettiler. Yusuf aleyhisselam onlara; “Bugün size bir kınama ve ayıplama yoktur.” dedi.
Kardeşlerine çok izzet ve ikrâmda bulundu. Babası Yakub aleyhisselamın hâlini, kendisinin yokluğundan sonra ne durumda olduğunu sordu. Onlar da; “Senin için çok üzüldü, ağladı. Bu sebeple gözleri görmez oldu.” dediler. Bunun üzerine Yusuf aleyhisselam gömleğini çıkarıp onlara verdi ve; “Şu gömleğimi babama götürün ve yüzüne sürsün. O benim kokumu koklasın ve gömleğimi gözlerine sürsün. O artık rahatlıkla görmeye başlar. Sonra bütün âilenizi bana getirin.” dedi. Yusuf aleyhisselam kardeşlerinin yol hazırlıklarını yaptırdı. Babası Yakub aleyhisselama verilmek üzere bütün hânedânı ve akrabâsı ile birlikte Mısır’a gelmelerini isteyen bir mektup da verdi.
Yakub aleyhisselam, oğulları Mısır’dan yola çıktıktan sonra oğlu hazret-i Yusuf’un kokusunu aldığını söyledi. Fakat yanındakiler, Yusuf aleyhisselama duyduğu aşırı muhabbetten dolayı böyle bir koku duyduğunu zannedebileceğini söylediler. Nihâyet Yakub aleyhisselamın oğulları Ken’an diyârına yaklaşınca, onlardan birisi müjdeci olarak gelip Yusuf aleyhisselamın gömleğini babasına verdi. Yakub aleyhisselam gömleği alıp yüzüne, gözüne sürdü. Gözleri açılıverdi. Yakub aleyhisselam, bütün oğulları ve akrabâsıyla birlikte Ken’an diyârından Mısır’a gitmek üzere yola çıktı. Yusuf aleyhisselam Mısır hükümdârı ve halkıyla birlikte Yakub aleyhisselamı ve berâberindekileri karşıladı. Babasını sarayına götürdü. Babasını ve üvey annesini tahtının üstüne çıkarıp oturttu. Hepsi (babası, üvey annesi ve kardeşleri ona kavuştukları için) secde (şükür secdesi) ettiler.
Yusuf aleyhisselam babasına; “Ey babam! İşte bu evvelce gördüğüm rüyânın tevili (yorumu)dir. Hakîkaten Rabbim o rüyâyı tahakkuk ettirdi. Beni zindandan çıkarıp mülk ihsân etti. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını (hased ile) açtıktan sonra, Allahü teâlâ sizi çölden (Ken’an diyârından) getirdi. Muhakkak ki, Rabbim dilediği şeyleri hakkıyla bilen herşeyi hikmetinin icâb ettirdiği vakit ve şekilde yapan odur.” dedi. Kardeşlerini affettiğini bildirdi.
Yakub aleyhisselam Yusuf aleyhisselamla birlikte on seneden fazla yaşadıktan sonra vefat etti. Vasiyeti üzerine Kudüs yakınlarındaki Halîlürrahmân denilen yere defnedildi. Yusuf aleyhisselam babasının vefatından sonra bir müddet daha yaşadıktan sonra vefat etti. Mısır’da herkes Yusuf aleyhisselamı kendi mahallesine defnetmek istiyordu. İş kavgaya kadar vardı. Sonunda mermer bir Sandukaya koyup Nil Nehri kıyısına (veya Nil Nehrinin ortasına) defnetmekte anlaştılar. Bir rivâyete göre ondan dört yüz sene sonra, gelen Musa aleyhisselam kabrini bulup, mübârek cesedini oradan alarak Yakub aleyhisselamın da medfûn bulunduğu Halîlürrahmân’da defnedildi.
Yusuf aleyhisselamın güzelliği fevkalâdeydi. Âdem aleyhisselama çok benzerdi. Mısır sokaklarında gezerken yüzünün pırıltısı güneş ışıklarının yansıması gibi duvarlara aksederdi. Bir kimse onun yüzüne bakmak isterse hemen gözlerini çevirmek zorunda kalırdı. Bütün bunlara rağmen Yusuf aleyhisselama güzelliklerden sâdece bir parça verilmişti. Muhammed aleyhisselama ise tamâmı verilmişti.
Eshâb-ı kirâm Peygamber efendimize, siz mi güzeldiniz, Yusuf âleyhisselâm mı güzeldi? diye sorunca Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; “Kardeşim Yusuf benden sabih (güzel), ben ondan melihim (sevimliyim). O’nun görünen güzelliği benim görünen güzelliğimden çoktur.” buyurdu. Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) görünmeyen güzelliği gösterilseydi, kimse bakmaya tâkat getiremezdi.
Eshâb-ı kirâmın gençleri, hazret-i Âişe vâlidemizden Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) güzelliğini sorduklarında hazret-i Âişe şu şiiri söylemiştir:
Ve lev semia ehlü Mısre evsâfe haddihî,
Lemâ bezelû fî sevmi Yûsüfe min nakdin.
Levîmâ Zelihâ lev reeyne cebînehû,
Le âserne bilkat’il kulûbi alel eydi.
Mısırdakiler, onun yanaklarının güzelliğini işitmiş olsalardı, Yusuf aleyhisselamın pazarlığında hiç para vermezlerdi. Yâni, bütün mallarını, onun yanaklarını görebilmek için saklarlardı. Zelihâ’yı kötüleyen kadınlar, onun parlak alnını görselerdi, ellerinin yerine kalplerini keserlerdi (de acısını duymazlardı).
Yusuf aleyhisselam güzel ahlâk sâhibi olup, Mısır Azîzinin hakkını gözeterek Züleyhâ’nın tekliflerini reddetti ve iyilik gördüğü kimseye ihânet etmedi. Hiçbir menfâat ve zarar onun doğruyu söylemesine mâni olamadı. Allahü teâlâ onu Kur’ân-ı kerîmde “Sıddîk= Çok doğru sözlü” olarak medh etti. Kendisine hıyânet ve zulmedenleri affediciydi. İnsanların rüyâlarını doğru olarak tâbir ederdi. İnsanlara hizmet eder ve onların ihtiyaçlarını tedârik ederdi. Yusuf aleyhisselam iffet sâhibi, olup iffetini korumakta gayretliydi. Mısır kadınları ile arasında geçen hâdise meşhurdur.
Mucizeleri:
Yusuf aleyhisselamın üç çeşit mucizesi vardı:
1. Hazret-i Yusuf’un konuşması pek şirin, çok tatlı olduğu için, herkesin kalbi ona meylederdi. Onun tatlı sözleri karşısında îmân eden pekçoktu.
2. Hazret-i Yusuf’un yüzü güneş gibi nûrluydu. Hattâ bir kimse yüzüne bakmak istese, hemen gözlerini çevirmeye mecbur olurdu. Bu nûrun tesiriyle, yâni başkasına sirâyetiyle huzûruna getirilen âmânın hemen gözleri görmeye başlamıştı.
3. Yusuf aleyhisselamın duası bereketiyle ağaçların yapraklarından güzel kumaş olmuştu. Huzûruna bir büyük kişi gelmiş, şu gördüğümüz ağaçların yaprakları birbiriyle birleşip güzel kumaş olsun, diye mucize teklifinde bulunmuştu. Hazret-i Yusuf öyle dua edince, kıymet biçilmez bir kumaş olmuştur.
Yusuf aleyhisselamın hayâtı, başından geçenler ve hikmetleri Kur’ân-ı kerîmde Ahsen-ül-Kasas (kıssaların en güzeli) diye medh edilen Yusuf sûresinde bildirilmiştir. Bu sûrede Yusuf aleyhisselamın başına gelenlerle, kavuştuğu ihsânlardan bahsedilir. Hasedin noksanlık ve Allahü teâlânın yardımından mahrum kalmaya, sabrın ise sıkıntı ve gamlardan kurtulmaya sebep olduğu; Yakub aleyhisselamın sabrettiği için maksâdına kavuştuğu; Yusuf aleyhisselamın sabrı ve doğruluğu anlatılmaktadır.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Ey
İsrâiloğulları! Cebbarların (zâlimlerin) şehrinin kapısından hemen
girin (onların vücutlarının büyüklüğünden korkmayın. Biz onları
gidip gördük ve öğrendşk. Onların bedenleri büyük ve kuvvetli fakat
kalpleri zayıftır. Sizinle harp etmeye rûhi mentânetleri yoktur.)
Bir defâ kapıdan girdiniz mi ( Allahü teâlânın vâd ettiği yardımın size
gelmesiyle) elbette siz gâliblerden olursunuz. Siz gerçekten inanan,
Allahü teâlânın vâdini tasdik eden kimseler iseniz, (Allahü teâlânın
kudretine, size yardım edeceği hakkındaki vâdine, Mûsâ aleyhisselâmın
peygamber olduğuna inanıyor, imân ediyorsanız, düşmanların boy ve
cüsselerine bakarak aldanmayınız. Onlardan korkmayınız. Size ilâhi
yardımın geleceği husûsunda ve bütün her hâlinizde) Allahü teâlâya
tevekkül ediniz. ( O’na itimad ediniz. Yanlız o’na güveniniz ve
cihâddan geri durmayınız.) (Mâide sûresi: 23). Fakat İsrâiloğulları
onların söylediklerine inanmadılar ve Mûsâ aleyhisselâmın nasihatlerine
uymadılar. Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuknâ aleyhisselâm taş ve
sopalarla öldürmek istediler. İsrâiloğulları Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin
Yuknâ’yı taşlayıp, Mûsâ aleyhisselâma karşı gelerek Allahü teâlâ isyân
edince Mûsâ aleyhisselâm üzüldü. Allahü teâlâ isrâiloğullarını kırk
sene müddetle Ary-ı Mev’ûd denilen bölgeye girmelerini haram kıldığını
bildirdi. ”Biz harbe gitmeyiz” diyerek isyân eden kimseler kırk
sene müddetle Tih sahrasında şaşkın bir hâlde dolaştılar. Kırk
sene içinde öldüler. Kırk senenin sonuna doğru Hârûn aleyhisselâm vefât
etti. Mûsâ aleyhisselâm vefât ederken yerine Yûşâ aleyhisselâmı
halife bıraktı. Allahü teâlâ Yûşâ aleyhisselâmı da İsrâiloğullarına
peygamber olarak vazifelendirdi. Bu sırada Mûsâ aleyhisselâma karşı
çıkıp; ”Biz harbe gitmeyiz” diyen kimseler ölmüş, onların yerlerine
oğulları ve torunları çoğalmıştı. Allahü teâlâ Yûşâ aleyhisselâma
isrâiloğullarını toplayıp Tşh sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mev’ûd
denilen bölgeye gidip cebbârlarla (zâlimlerle) harp etmesini emretti.
Yûşâ aleyhisselâm İsrâiloğullarını toplayarak Eriha şehrini kuşattı.
Kuşatma altı ay sürdü. Nihâyet bir cumâ günü akşam üzeri mûcizeler
göstererek şehri fethetti. Yûşâ aleyhisselâm ve o’na inananlar Eriha’yı
fethettikten sonra İlyâ (Eyliyâ) şehrini de aldılar. Bu şehrin Yûşâ
aleyhisselâm tarafından fethedildiğini duyan çevre şehirlerin
hükümdarlarından beşi bir araya gelip İsrâiloğullarıyla topluca savaşa
girdiler. Sonunda hepsi de yenilerek hezimete uğradılar.
Yûşâ
aleyhisselâm Eriha ve İlyâ şehirlerini ve civârını fethettikten sonra
Belka şehri üzerine yürüdü. Belka şehrini de fethedip, Belâk adındaki
hükümdarını ve İsm-i A’zam duâsını bildiği halde Yûşâ aleyhisselâmın
ordusuna karşı bedduâ etmeye teşebbüs eden, fakat ibret için dili göğsü
üzerine sarkık kalan Bel’âm bin Bâûrâ’yı öldürdü. böylece Belka şehride
fethedilmiş oldu. Eriha, İlyâ ve Belka şehirlerinin fethedilmesinden
sonra Arz-ı Mev’ûd diye bilinen Filistin ve Şam diyarı da peyderpey
İsrâiloğullarının eline geçti. Fetihler yedi sene devâm edip Kudüs
şehri de Yûşâ aleyhisselâm ve ona inananlar tarafından fethedildi. Bu
bölgedeki diğer şehirleri de fetheden Yûşâ aleyhisselâm batıda beş
şehre gidip orayıda düşmanlardan aldı. Daha sonra Şam diyârına giderek
orada yerleşmiş otuz bir hükümdarlığın beldelerini zaptetti. Putperest
ve Allahü teâlâya isyân eden hükümdarları öldürtüp memleketlerini
İsrâiloğulları arasında taksim etti. İsrâiloğullarını Arz-ı Mev’ûd’a
yerleştiren Yûşâ aleyhisselâm, onlara Mûsâ aleyhisselâma nâzil olan
Tevrât’ı okudu ve hükümlerini açıkladı. Onların Allahü teâlâya imân ve
ibâdet üzere kalmalarına çalıştı. Yûşâ aleyhisselâm, Mûsâ
aleyhisselâmın vefâtından sonra yirmi yedi yıl insanlara Allahü
teâlânın emirlerini bildirdi. Ömrünün sonuna doğru hastalandı. Yerine
Kâlin bin Yuknâ’yı halife tâyin etti. Yüz yirmi yedi yaşında vefât
etti. Kabrinin Nablûs veya Haleb yakınındaki Mearre şehrinde olduğu
rivâyet edilir. Yûşâ aleyhisselâm İstanbul’a hiç gelmedi. Beykoz
Tepesinde ziyâret edilmekte olan kabrin Yûşâ peygambere âit olduğu
söyleniyorsa da târihi bilgilere uygun değildir. Bu bir veli veyâ
havârilerden birine âit olabilir. Böyle ise yine kıymetlidir. Kabrin
Yûşâ peygambere âit olup olmadığını kesin olarak söylemek uygun
değildir. Yûşâ aleyhisselâm karayağız, orta boylu, güzel yüzlü, iri
gözlü, yassı göğüslü bir görünüşe sahipti. Yüzünün güzelliği Yûsuf
aleyhisselâma çok benzerdi. Cesûr, kahraman, yiğit, harp taktik ve
tekniğinde mahâret sâhibiydi. Mûsâ aleyhisselâma gönderilen Tevrât’ın
hükümleriyle amel edip, insanlara tebliğ etmekle vazifelendirilmişti.
Tefsir âlimleri Mâide sûresi 23. âyetinde bildirilen Allahü teâlâya
imân edip, o’ndan korkanlardan iki kimseden birisinin ve Kehf sûresi
60- 65. âyetlerinde bildirilen Mûsâ aleyhisselâmın Hızır aleyhisselâmla
görüşmek üzere yolculuk ettiği sırada yanında bulunan gencin Yûşâ
aleyhisselâm olduğunu bildirmişlerdir.
Mucizeleri:
1-
Yûşâ
aleyhisselâm, Eriha’yı fethetmek üzere İsrâiloğullarını topladı.
Yolculuk esnâsında Şeria (Ürdün) Nehrinin suları çok olduğu için
geçemediler. Nehrin üzerinde köprü de yoktu. Yûşâ aleyhisselâm duâ
edince Şeria Nehrinden bir yol açıldı. İsrâiloğulları o yoldan
geçtikten sonra sular tekrar eskisi gibi akmaya devâm etti.
2-
Bir şehrin fethi esnâsında kuşatma uzun sürmüştü. Bütün çalışmalara
rağmen surlarda gedik açılmamıştı. Yûşâ aleyhisselâm duâ etti. Allahü
teâlânın kudretiyle yer sarsılıp kalenin surları yıkıldı. Yûşâ
aleyhisselâm ve ona inananlar şehre girip fethettiler.
3-Yûşâ aleyhisselâm Kudüs şehrini fethetmek için muhâsara etti. Bir cumâ günü akşam üzeri güneş batarken, güneşin bir müddet daha batmaması için Allahü teâlâya yalvardı: ”Ey Allah’ım! Güneşi geri al!” diye duâ etti. Allahü teâlânın emri ve takdiri ile batmak üzere olan güneş yükseldi. Bir müddet daha gündüz devâm edip Kudüs fethedildikten sonra battı.
Kaynak: Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Mûcizeleri:
1-Kalemleri,
kendi kendine Tevrât’ı yazardı. Zekeriyyâ aleyhisselâm Beyt-i Makdis’te
maiyyetinde yetmiş kişi olduğu halde Tevrât yazarlardı. Yahûdilerin
biri gelip; ”Hak peygamber olsaydın, elinde Tevrât yazmaya muhtâç
olmazdın; sen de elinle yazıyorsun, emrindekilerle aranızda hiçbir fark
görmüyorum.” diye konuştu. Hazret-i Zekeriyyâ bu söze çok üzüldü ve
meraklandı. Cebrâil aleyhisselâm gelip: ”Ey Zekeriyyâ, buradan
kalkınız! Kaleminize emr ediniz, kendi kendine yazsın!” dedi.
Zekeriyyâ kalkıp, emr edince, kalem istenen şeyi yazmaya başladı. O
saatte kalem on iki sûre yazdı. Bu mûcize ile birçok kimse imân etti.
2-Zekeriyyâ
aleyhisselâm hazret-i Meryem’i terbiyesi altına aldığı
vakit, yazılması lâzım gelen kefâletnâmeyi, kalemsiz, hokkasız
yazmışlardır.
3-Kur’ân-ı kerimde bildirildiği gibi, Zekeriyyâ aleyhisselâm ve Beyt-i Mukaddes hademe ve kayyimlerden yirmi dokuz kişi arasında hazret-i Meryem’in kefâleti hakkında meydana çıkan ihtilaf üzerine herkes kendi kalemini Ürdün suyuna atmışlarken, yanlız Zekeriyyâ aleyhisselâmın kalemi suyun üzerinde dikilmiş kalmıştır.
4-
Ağaçlar, Zekeriyyâ aleyhisselâmla konuşurlardı. Yahûdilerden
bir tâife kendisini şehit etmek üzere araştırırlarken, kendileri de
onlardan kaçtığı vakit, bir ağaç; ”Ey Allahın peygamberi, gel bende
gizlen seni ben muhâfaza ederim” diye dile gelmişti.
5-Zekeriyyâ
aleyhisselâm su üzerinde yürür ve mübârek ayakları
ıslanmazdı. Kendisi için suda yürümekle, karada yürümek arasında fark
yoktu.
6-Zekeriyyâ
aleyhisselâmdan mûcize istendiği vakitte, yakınlarındaki
ağaçlara mübârek eliyle işâret etmiş, hemen ağaçlar, köklerinden kopup,
önlerine gelip kalmışlardır.
Kur’ân-ı
kerimin Âl-i İmrân, Meryem, Enbiyâ ve En’am sûrelerinde Zekeriyyâ
aleyhisselâmla ilgili haberler verilmektedir.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Kur’ân-ı kerimde kıssası, doğuya ve batıya seferleri zükr edilmiştir. Asıl ismi İskender’dir. Doğuya ve batıya gittiği için İskender-i Zülkarneyn diye anılmıştır. Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfes’in soyundandır. Peygamber olup olmadığı açıkca bildirilmedi. Yemen’de yaşamış olan münzir iskender ile Aristo’nun talebesi olan Makedonyalı İskender’den daha önce yaşadı.
Sâlih bir zât olan Zülkarneyn aleyhisselâmı Allahü teâlâ yeryüzündeki insanlara emir ve yasaklarını tebliğ ile vazifelendirdi. Zülkarneyn aleyhisselâm Allahü teâlâ niyâzda bulunup; kendisine kuvvet vermesini, insanlar arasında hangi ilim ve adâletle hükmesini gerektiğinin bildirilmesini istedi.
Allahü teâlâ şöyle buyurdu:
”Sana verdiğim vazifeyi yapabilmen için kuvvet ihsân ederim. Göğsünü açarım. Herşeye gücün yetecek hâle gelirsin. Anlayışını açar, konuşmanı genişletirim, kulağını açarım, tâ uzaktakileri işitirsin. basiretini genişletirim, çok uzakları görür, herşey nüfûz edersin. Her şeyi sağlam yaparsın. İstediğin herşeyi ihsân ederim. Sana heybet veririm hiç kimse sana kötü gözle bakamaz. Ben sana yardım ederim. Hiç bir şey sana zarar vermez. seni kuvvetlendiririm. hiş bir şeye yenilmezsin. Kalbine kuvvet veririm hiçbir şeyden korkmazsın. Aydınlık ve karanlığı emrine verir, onları senin askerin yaparım. Aydınlık senin önünde yol gösterir, karanlık arkandan seni muhâfaza eder.”
Allahü teâlâ hazret-i Zülkarneyn’in emrine bulutları ve başka vâsıtaları verdi. Ona ilim ve kudret, insanlar üzerine tasarruf hâkimiyeti verdi. Ayrıca beyaz ve siyah olmak üzere iki sancak ihsân etti. Zifiri karanlık olan gecede beyaz sancağı açınca, ortalık aydınlığa gark olurdu. Gündüz harp ederken düşman askerinin karanlıkta kalmasını arzu ederse siyah sancağını açar, düşman tarafı zifiri karanlık, kendi tarafı aydınlık olur, böylece düşmana kısa zamanda gâlip gelirdi. Her sefere çıkışında önü aydınlık, arkası karanlık olurdu.
Çok geçmeden memleketi genişledi. Devleti güçlendi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bütün dünyâya yaymağı azmetti. Teyzesinin oğlu Hızır aleyhisselâmı kendisine vezir, ordusuna kumandan tâyin etti. Allahü teâlânın emriyle müminlerden meydana gelen ordusu ilk önce batıya yürüdü. Vardığı yerlerde kâfirleri hak dine dâvet etti. İnsanlara iyilik ve ihsânlarda bulundu. İnanmayanlarla harp etti. Batıda yerleşilmiş yerlerin sonuna vardı. Artık karalar bitmiş denizler başlamıştı. Oraya vardığı sırada orada bir kavim buldu. Bu kavim kâfir olup vahşi hayvan derisinden elbise giyerler, denizin dışarı attığı balık cinsinden şeyleri yiyerek geçinirlerdi. Zülkarneyn aleyhisselâm bu kavmi, güzel muâmelede bulunarak hak dine dâvet etti. Kavimden bir kısmı imânla şereflendi bir kısmı ise imân etmekten yüz çevirdi. Zülkarneyn aleyhisselâm inanmayanların üzerine yürüdü ve onları karanlıkta bıraktı .Onlar karanlıkta ne yapacaklarını bilemediler. Sonunda pişman olup tövbe ettiler ve Allahü teâlânın varlığına, birliğine inandılar.
Zülkarneyn
aleyhisselâm müminlerden kurduğu ordusu ile uğradığı her yerdeki
bütün
insanları hak dine dâvet etti. Allahü teâlâya imân ve ibâdete
çağırdı.
İmân etmeyenler cezâlarını gördüler. Yaya olarak Mekke-i mükerremeye
gitti ve
haccetti. İbrâhim aleyhisselâmla görüşüp hayır duâsını aldı.
Nasihatlerine kavuştu.
Daha sonra doğuya yöneldi. Güneşin ilk ışıklarının vurduğu en uçtaki
kara
parçasına vardı. Zülkarneyn aleyhisselâm orada, yer altındaki
manzenlerde
yaşayan kavmi hak dine dâvet etti. Daha sonra kuzeye bir sefer yaptı.
İki dağ
arasına vardı. O iki dağın yakınında oturan kalabalık bir kavimle
karşılaştı. O
kavmi de hak dine dâvet etti. Kavmin pâdişâhı Zülkarneyn aleyhisselâmı
iyilikle
karşıladı ve hediyeler takdim etti. Bütün kavmiyle birlikte hak dini
kabul
etti. Zülkarneyn aleyhisselâmın iltifatlarına kavuştu. Ye’cüc ve Me’cüc
adlı
kavimlerin zararından şikâyette bulundu. Zülkarneyn aleyhisselâm o
kavimle
birlikte Ye’cüc ve Me’cüc’ün zararından korunmak için sed yaptılar.
Zülkarneyn
aleyhisselâm bir seferi esnâsında hiçbir dünyâ malı ve serveti olmayan,
rızıklarını sebzeden temin eden bir kavme rastladı. Ayrıca bu kavimde
herkes
kendi mezarını kazar, hergün mezarını temizler ve ibâdetlerini burada
yaparlardı. Zülkarneyn aleyhisselâm o kavmin hükümdarıyla da görüştü.
Hükümdar
kendilerinin dünyâya önem vermediklerini, âhiretini hatırlamak için de
ibâdetlerini mezarlarda yaptıklarını anlattı. Zülkarneyn aleyhisselâm
Allahü
teâlânın yardımıyla, doğu, batı ve kuzeydeki bütün ülkeleri feth edip,
Allahü
teâlânın emir ve yasaklarını yayma vazifesini tamamladıktan sonra,
askerine
izin verdi. Kendisi Medine ile Şam arasında Dûmet-ül-Cendel denilen
yerde
insanlardan ayrıldı. Yanlız Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul
oldu. Vefât
etmeden önce yakınlarına ”Ben vefât edince usûlüne uygun yıkayıp
kefenleyin.
Sonra tabuta koyun. Yanlız kollarım dışarda sarkık kalsın. Hazinelerimi
de
katırlara yükleyin” diye vâsiyette bulundu. Söyledikleri aynen
yapıldı. Az bir
zaman sonra da vefât etti. Mekke’ye veya Mekke civârındaki Tehâme
Dağlarında bir
yere defn edildi. İskender-i Zülkarneyn böyle vâsiyet etmekle
”Arkamdan gelen
ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Hizmetçilerim emrimden çıkmadı.
Dünyâyı
baştan başa tuttum. Sayısız hazinelerim vardı. Fakat bütün bu dünyâ
nimetleri
kalıcı değildir. Gördüğünüz gibi mezâra eller boş gidiliyor. Dünyâ malı
dünyâda
kalıyor. Sizler âhirette de faydalı olacak işler yapın.” demek istedi.
Zülkarneyn aleyhisselâm beyaz-kırmızı benizli, orta boylu idi. Güzel
ahlâk
sâhibi, Hakka teslimiyeti tam, halkına karşı mütevâzi, alçak gönüllü ve
adâler
sâhibi idi.Gazâ ve cihâda çıkmakta, beldeleri tâmirdeçok gayretli idi.
Dünyâ
malına rağbet etmez, elinin emeği, alnının teri ile geçinirdi. Bunun
için
zenbil örer kendine, çoluk çocuğuna bu paradan harcar, artanını
fakirlere
sadaka verirdi. Ye’cüc ve Me’cüc kavminin zararlarına mâni olmak için
sed
yapmıştı. Sedi rivâyetlere göre Asya’nın doğusundaki mümin Türklerin
ricâsı
üzerine inşâ etmişti. İki dağ arasına taş ve demirden yapılmış olan bu
sed bugünkü Çin seddinden başkadır. Kur’ân-ı kerimin Kehf sûresi
:83-98.
âyet-i kerimelerinde Zülkarneyn aleyhisselâmla ilgili haberler
verilmektedir.
Peygamber efendimiz, sallallahü aleyhi ve sellem de buyurdu ki:
İsmini duyduğunuz
kimselerden yeryüzüne
dört kişi mâlik
oldu. İkisi mümin ikisi kâfir idi. Mümin olan ikisi Zülkarneyn ile
Süleymân
(as) idi. Kâfir olan ikisi de Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci
olarak yeryüzüne benim evlâdımdan biri yâni Mehdi mâlik olacaktır.
Kaynak:
Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları
Allahü teâlânın İsrailoğullarına gönderdiği peygamberlerden Elyesa aleyhisselamın eceli gelip vefatı yaklaşınca Allahü teâlâ rûhunu kabz edeceğini vahiyle bildirdi ve “Mülkünü, İsrailoğullarından gece sabaha kadar ibâdet eden, namaz kılan, gündüzleri oruç tutan ve insanlar arasında kızmadan hükm edecek birine ver.” buyurdu. Bu peygamber kendisine verilen emri İsrailoğullarına bildirdi. Aralarından bir genç kalkıp: “Bu işe ben kefil olurum, üzerime alırım.” dedi. Peygamber o gence; “Bu kavmin içinde senden daha büyükleri var, sen otur.” dedi. Sonra ikinci defâ aynı teklifi yaptı o genç yine “Kefil olurum.” dedi. Üçüncü defâ aynı teklif tekrarlanınca cevap veren yine o genç oldu. Bunun üzerine Elyesa aleyhisselam, onu yerine halîfe bıraktı. Bu genç Bişr idi. Bu sebeple o gence Zülkifl lakabı verildi.
Bu genç aldığı vazîfeyi eksiksiz olarak yerine getirmek için çalışırken İblis (Şeytan) onu kıskandı ve bu vazîfeyi yaptırmamak için çeşitli hîlelere başvurdu. Fakat bu genç İblisin hîlelerine aldanmadan aldığı vazîfeyi eksiksiz yerine getirdi. Bu hâlinden dolayı Allahü teâlâya şükr etti.
Allahü teâlâ Zülkifl aleyhisselama peygamberlik vazîfesi verdi.Zülkifl aleyhisselam Musa aleyhisselamın dîninin emir ve yasaklarını insanlara bildirdi. Tevrat’ı okuyup hükümlerini yerine getirdi. Tebliğ vazîfesini hakkıyla yerine getirdikten sonra Şam beldelerinden birinde vefat etti.
Kur’ân-ı kerîmin Enbiyâ sûresi 85-86. âyet-i kerîmelerinde, Sâd sûresi 48. âyetinde Zülkifl aleyhisselamla ilgili haberler verilmektedir.
Kuran’ı Kerim’de geçen 25 Peygamberin isimleri nelerdir? Tüm peygamberlerin isimleri! Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (S.A.V.) isimleri nelerdir?
Hadis-i Şeriflere göre toplamda 124 bin peygamber gönderilmiştir. Bazı kaynaklara göre ise 224 bin peygamber gönderilmiştir. Fakat Hadisi Şeriflerde en çok geçen kaynaklara göre toplamda 124 bin peygamber vardır. 124 bin peygamberin tamamının ismi Kur’an-ı Kerim’de geçmemektedir. Kur’an’da toplamda 25 peygamberin ismi geçiyor.
Kur’an’ı Kerim’de ismi geçen toplamda 25 peygamber vardır. Bu peygamberler, Âdem (a.s.), İdrîs (a.s.), Nûh (a.s.), Hûd (a.s.), Sâlih (a.s.), Lût (a.s.), İbrâhim (a.s.), İsmâil (a.s.), İshâk (a.s.), Ya’kub (a.s.), Yûsuf (a.s.), Şuayb (a.s.), Hârûn (a.s.), Mûsâ (a.s.), Dâvûd (a.s.), Süleymân (a.s.), Eyyûb (a.s.), Zülkifl (a.s.), Yûnus (a.s.), İlyâs (a.s.), Elyesa (a.s.), Zekeriyyâ (a.s.), Yahyâ (a.s.), Îsâ (a.s.) ve Hz. Muhammed (S.A.V.)’dir.
Kur’an-ı Kerim’de toplamda 25 peygamberin ismi geçmektedir. Kuran’da geçen 25 peygamberin adları şu şekilde:
– Hz. Adem (A.s.)
– Hz. İdris (A.s.)
– Hz. Nuh (a.s.)
– Hz. Hûd (A.s.)
– Hz. Salih (A.s.)
– Hz. İbrahim (A.s.)
– Hz. İsmail (A.s.)
– Hz. Lût (A.s.)
– Hz. İshak (A.s.)
– Hz. Yakûb (A.s.)
– Hz. Yusuf (A.s.)
– Hz. Eyyûb (A.s.)
– Hz. Şuayb (A.s.)
– Hz. Musa (A.s.)
– Hz. Harun (A.s.)
– Hz. Davut (A.s.)
– Hz. Süleyman (A.s.)
– Hz. Zülkifl (A.s.)
– Hz. İlyas (A.s.)
– Hz. El- Yesâ (A.s.)
– Hz. Yunus (A.s.)
– Hz. Zekeriya (A.s.)
– Hz. Yahya (A.s.)
– Hz. İsa (A.s.)
– Hz. Muhammed (S.A.V.)
Kuran’ı Kerim’de adı geçen peygamberlerin isimleri bu şekildedir. Bu isimlere ek olarak Kur’an’da ismi geçen fakat peygamber mi yoksa veli olup olmadıkları hakkında kesin bilgi bulunmayan 3 isim şu şekildedir:
– Hz. Üzeyir
– Hz. Lokman
– Hz. Zülkarneyn
Kendisine Kitap Gönderilen Peygamberler Hangileridir?
Kendisine kitap gönderilen peygamberlere Resul denir.
1- Hz. Muhammed:
Son peygamber Hz. Muhammed 571 yılında Mekke’de doğdu. İlk vahiy inzivaya çekildiği Hira Mağarasında geldi. İndiği yere göre Mekki ve Medeni olmak üzere ikiye ayrılan sureler toplam 23 yılda nazil oldu.
2- Hz. İsa:
Hz. İsa M.Ö 4. yüzyılda doğmuştur. Hristiyan ve Yahudilere göre çarmıha gerilmişti. Kendisine indirilen kutsal kitabın adı İncil’dir. Ancak vefatının ardından havariler tarafından yazılan dört farklı İncil ortaya çıkmıştır. İncillerin isimleri şunlardır: Matta, Yuhanna, Markos ve Luka
3- Hz. Musa:
M.Ö. 1391 yılında Mısır’da doğdu. Daha sonra Firavun ile mücadelesinde kendisine yardımcı olması için kardeşi Hz. Harun da peygamber olarak görevlendirildi. Kendisine indirilen kitabın adı Tevrat’tır. Kuran’ı Kerim’in birçok ayetinde Tevrat’ın din adamları tarafından tahrif edildiği yazılıdır.
4- Hz. Davut:
Kuran’ı Kerim’de adı 16 kez geçen Hz. Davut, Kudüs’te doğdu. Kendisine gönderilen kutsal kitabın adı Zebur’dur.
Ulu’l Azm Peygamberleri Kimlerdir?
En sabırlı ve azimli peygamberlere Ulu’l Azm adı verilir.
1- Hz. Muhammed – Habibullah
2- Hz. Musa – Kelimullah
3- Hz. İsa – Kelimullah
4- Hz. İbrahim – Halilullah
5- Hz. Nuh – Neciyullah